2016’nın en iyi 25 albümü

2016'NIN EN İYİ 25 ALBÜMÜ|

2016 artık geride kaldı. BacktotheSound olarak 2016’da dinlediklerimizi tekrar hatırladık ve kendi gözümüzden yıl içinde yayımlanmış en iyi müzik çalışmalarını derledik. Bizim için 2016 yılının en iyi yirmi beş albümü şunlardı:

25 Daughter – Not to Disappear

Londra çıkışlı indie folk topluluğu Daughter üç yıl süren sessizliğini sona erdirip yeni stüdyo albümünü “Not to Disappear” adıyla yayınladı.  Ekibin tüm üyeleri henüz 20’li yaşlarının ilk yarısını adımlıyorlar. Bu da onların henüz ikinci albümleri. Ancak Not To Disappear tam anlamıyla olgunluk çağının bir üretimini simgeliyor. Yersizce dramatikleşen bir ayrılık albümü değil bu. Bir “Mahvoldum. Perişan haldeyim” albümü hiç değil. “Evet, yaşadığımız dünyanın acısını görüyorum. Başımıza ne belalar geleceğinin de farkındayım, ama yine de bu kahrolası yerde yaşamak istiyorum” albümü Not to Disappear. Elena Tonra’nın etkileyici vokali sizi kayboluşa sürüklemiyor. Sadece onun var olduğunu hatırlatıyor.


24 Ercüment Gül – Olmayan Filmin Müzikleri

Ercüment Gül üç yıl aradan sonra gelen kariyerinin bu ikinci albümüyle güçlü tavırlardan vurucu soundlara sirayet etmeyi başarıyor. Caz müziğin yanı sıra funk, soul ve yer yer salt electro akustik tonda seyreden bu kayıt bütünüyle enstrümantal sekanslardan oluşuyor. Otuz beş yaşındaki müzisyen daha ilk albümünde konsept bir çalışma denemiş ve hedefine yaklaşmıştı. Bu yeni denemesinde ise hayali bir filmi salt müzikleriyle dinleyicisine hissettirerek konsept albüm hedefine ulaşıyor. Artık pek az albüm başladığı ilk andan son saniyesine kadar süren güçlü bir etkiye sahip. Onlardan biri de bu. Olmayan Filmin Müzikleri içinde yer aldığı müzikal akımın yakın dönemdeki en iyi örnekleri arasında.


23 Suede – Night Thoughts

Suede’den Night Thoughts çok derin, zarif ve agresif bir yerde bulunuyor. Bu onların yedinci stüdyo albümü, ama şüphesiz ilki bile olabilir. Elli dakika boyunca sanki 1995 dünyasından sesleniyorlar ve bunu yaparken de zihinlerinde ne varsa kayda alıyorlar. Suede’i Suede yapan şey frontman Brett Anderson’ın vurucu vokalidir. Night Thoughts’da duyulan temiz davul & gitar kanallarını Anderson kurduğu cümlelerle müthiş bütünlemiş. Albüm bu bütünlüğün yansımasında ışıldıyor. Burada safi yaşanmışlıklara bulaşan karamsar hatlar var. Hayata dair sesler var. Tüm bunlar grubun temellerindeki taşları simgeliyor bir nevi. Çünkü Suede için 90’lardan başka bir zaman aralığı hiç olmadı. Hiçbir zaman başka bir dünya aramadılar.


22 Savages – Adore Life

Londra’dan post-punk topluluğu Savages, Adore Life’ta çok fazla agresif değil ancak vurucu soundunu korumayı sürdürüyor. Adore Life’ın anlattıklarına kulak verirken İngiliz grubun biraz hafiflemiş olsa da tamamen geri çekmediği hırçınlığını fark ediyoruz. Bu sertlik Savages için her şey demek. Vokalist Jehnny Beth’in kontrolü elinde tuttuğu her an, beton kadar sağlam elektrik gitar ve davulun ses verdiği her bölüm Adore Life’ın simgesi aslında. Albümle ilgili bir röportajda “Bizim tek hattımız var. Müzik nereyi gösterirse, nereye gitmek isterse biz de oraya gideriz” diyorlar. The Answer, Surrender ya da Evil… Hangi şarkıda olduğunuzun bir önemi yok. Açılıştan son perdeye kadar burası Savages’ın dünyası.


21Heavy Sky – Dreamer

Heavy Sky rock & roll tavrının en saf halinden güç alıyor. Dahası ise asla rol kesmiyor. Bu onların kimseden ilham almadıkları anlamına gelmiyor. Elvis’in bile ilham aldığı birileri vardı. Heavy Sky’ın da var. Ama kendi yollarını bulabilecek potansiyelleri de var. Şu şimdiden çok açık: Sadece bir takip eden değiller. Rock müziğin son kırk yıldaki ikon topluluklarını akla getiren soundlarında ve şarkı sözlerinde özgün sekanslar da bulunuyor.  Üstelik onlar için bu daha başlangıç. Vokal-gitardaki Batu Akdeniz’e ek olarak elektrik gitarda Çağlar Töngür, bas gitarda Mehmet Öztürk ve davulda Hakan Kılıç’tan oluşan kadrosuyla Heavy Sky önümüzdeki yıllar içinde kendilerinin bile hayal etmediği bir yükseklikte olabilir.


20 The Radio Dept. – Running Out of Love

The Radio Dept.’in altı yıl aradan sonra gelen yeni stüdyo albümü Running Out of Love tam anlamıyla bir 2016 işi. Running Out of Love’daki şarkı sözleri ’60’ların politik ruhundan fazlasıyla besleniyor. Müzikleri ise ’80’lerden etkilenen ’90’lar teknosu havasında. Bu kadar farklı zaman dilimlerinden esinlenerek hepsini harman edip ortaya 2016 albümü çıkarmaları gerçekten şaşırtıcı. The Radio Dept. dinleyicilerini sorgulamaya, düşünmeye ve faşizme karşı durmaya çağırıyor. Bunu yaparken de dinleyicilerine geçmişi hatırlatıp ders çıkarmalarını bekliyorlar. Albümün ilk saniyelerinden son perdesine kadar aktarılan bir özgürlük arayışı var. İsveçli ikili Running Out of Love’da şimdiye dek hiç olmadığı kadar politik, cesur ve olgun.


19 Shura – Nothing’s Real

Manchester’dan Alexandra Lilah Denton, sahne adıyla kısaca Shura ilk stüdyo albümü Nothing’s Real’da kendi görüş açısıyla ‘80’ler pop müziğini kayda alıyor. Geçmişteki herhangi bir müzikal tavırdan ilham almakla o janrı birebir tekrar etmek arasındaki çizgi çoğu zaman belirsizdir. Nothing’s Real’ı dinlerken aklınıza Madonna gelmemesi imkânsız örneğin. Shura 1980’lerden ilham alıyor, müziğinin tüm hatlarını o günlere oturtuyor ve bunu da gizleme gereği bile duymuyor. Nothing’s Real’ın çıkış noktasında geçmişe ait sesler var, ama yaşadığı yıl 2016. Çünkü 1980’ler sound’u denilen şey birkaç kişiyle yaşayıp birkaç kişiyle toprak altına girmeyecek. İşte Shura’yı dinlemek tarihin bu yakın dönemine tekrar ulaşmak gibi.


18 Özgür Yılmaz – Ora

Evrenin büyüklüğüne kıyasla küçük, hem de çok küçük olan bir gezegende kaybolmak ve her şeyden kaçmak isteği var Ora’da. Ayyuka ve Kırıka gruplarından tanıdığımız Özgür Yılmaz’ın bu ilk solo stüdyo albümü uçsuz bucaksız şeritler arasında özgürce dolaşıyor. Derdini anlatmak için sözlere ihtiyaç duymayıp yoğun enstrüman geçişlerine kapı aralayan bir albüme tanık olmak iyi bir filmin, vurucu bir romanın içinde dolaşmak gibidir. Islak Çimen, Karıncalar, Değirmen ve albümden çıkan ilk video klip olan Kuzgun Leşi gibi şarkılar Ora’nın güçlü bir hikâyeye sahip olduğunu kanıtlıyor. Bu albüm ne zamana, ne de herhangi bir mekâna ihtiyaç duyuyor. Burada duyduklarınız salt yolda olmanın özgürlüğüdür.


17 Julia Jacklin – Don’t Let the Kids Win

Julia Jacklin şu ana dek hayatını nasıl biri olacağına, kim olmak istediğine ve hayattan neler beklediğine dair uzun uzun düşünerek geçirmiş biri. İlk albüm Don’t Let The Kids Win işte tam da bu dönemlerde yaşadıklarını anlattığı bir günlük niteliğinde. Genç bir kadın başından geçenleri, hissettiklerini olabildiğince dürüst bir şekilde dinleyicisine anlatıyor. Baştan sona içeriğin tamamına baktığımızda bir büyüme, sonrasında da bir yaşlanma hikâyesi görüyoruz. Sydney doğumlu Jacklin henüz kariyerinin çok başında. Ancak ilk stüdyo albümü Don’t Let The Kids Win ile hem gelecek vaat eden isimlerden biri olduğunu kanıtlıyor, hem de profesyonel müzik yaşamına çok güçlü bir giriş yapıyor.


16 James Blake – The Colour in Anything

James Blake’in aynı adlı ilk uzunçaları 2011 senesinde gelmiş ve içerikte yer alan The Wilhelm Scream, Unluck, Limit to Your Love gibi şarkılarla söz konusu o çalışma deneysel elektroniğe başarılı bir katkı sunmuştu. Blake, yıl içinde yayımladığı uzunçaları The Colour in Anything ile müzikal yolculuğuna tüm kariyerinden izleri de içinde barındırarak devam ediyor. Bunu kaydın her anında fark etmek zor değil. Şarkı sözü yazarı Blake. Dub-step perdesini aralayarak avangart köşelere uzanan Blake. Dünyasının kapısını kaosa dönüşmeyen gürültülü sekanslarla anlatan Blake… Albüm o kadar derinlere iniyor ki nakarat geçişlerinde sadece bir an süren piyano yoğunluğunda bile Blake’in içindeki farklı insanları hissedebiliyorsunuz.


15 PJ Harvey – The Hope Six Demolition Project 

Mercury Prize sahibi PJ Harvey beş yıl ara sonrası gelen The Hope Six Demolition Project’te kartları daha açık oynuyor. Harvey bu yeni uzunçalarındaki şarkıları Kosova-Afganistan gezilerinde ve hemen ardından gittiği Birleşik Devletler’in merkezi Washington D.C.’de kaleme aldı. Akışında iki ayrı yaşama yer veren bir albüm bu. Buradaki hiçbir parça bir adım öne çıkmak derdinde değil. Kaybolan çocuklara adanan The Wheel, efektif soundu ile kapanışı yapan Dollar Dollar, geri vokal desteğiyle sert köşelere sahip The Ministry of Defence ve diğer sekiz şarkı… PJ Harvey’in müzikal yolculuğuna sıkı sıkıya bağlı The Hope Six Demolition Project. Olması gerektiği kadar agresif ve sıra dışı gözlemleriyle eşsiz.


14 Hedonutopia – Ucube Dizayn

İlk albümlerde her şarkının iyi olması gerektiğini biliyor Hedonutopia.  Parçalar her zaman iyi birleşmez. O yüzden yedi şarkılık Ucube Dizayn albümünde duyduğumuz her şey çok önemli. Görseli müzikle kusursuz bir şekilde birleştiriyor ve bir sakinlik yaratıyorlar. Kafamızın içinde birbirine ve dışarıya bağıran binlerce sesi durdurmak için mükemmel bir durak Hedonutopia. Kocaman bir kulaklık takıp göz bandı ile sokağa çıkmak istetecek kadar size ait melodilerle karşılaşıyorsunuz onları dinlerken. Bazen insan kendine “Çok yol geldin. Kendinle gurur duy” denmesini istiyor. İşte Hedonutopia sakince bunu anlatıyor Ucube Dizayn’da ve indie, electronic, shoegaze, downtempo ya da ambient gibi başlıkların altında toplanamayacak kadar çok fazla şey veriyor.


13 Childish Gambino – Awaken My Love

Donald Glover, sahne adıyla Childish Gambino’nun Awaken My Love isimli albümü soul, R&B ve modern disco tarzlarının başarılı bir yansıması. Gambino, kariyerinin bu üçüncü uzunçalarıyla yılın en güçlü kayıtlarından birine imza atıyor. Awaken My Love’ın kendi doğruları var ve albüm o şeritte ışıklar içinde ilerliyor. Güçlü dans ritimleri, sarsıcı electronica vurguları tek bir şarkıyla sınırlı değil. Açılış Me and Your Mama’dan altı numaralı parça Redbone’a, hemen ardından ses veren California’dan son perdedeki Stand Tall’a kadar uzanan ve kendi rüyasında yaşayan bir albüm bu. Yılın son günlerinde yayımlanmasına rağmen Awaken My Love dikkat çekmekte zorlanmadı ve 2016’nın en büyük kayıtlarından biri olmayı başardı.


12 Cosmic Wings – Cosmic Wings 

Çiçeği burnunda topluluk Cosmic Wings’in tamamen kendi bestelerinden oluşan on şarkılık aynı adlı debut LP’si demir gibi güçlü. Telaştan uzaklar, ama içlerindeki heavy rock heyecanını bir an olsun kaybetmiyorlar. Kadrosunda The Ringo Jets’ten Tarkan Mertoğlu ile Lale Kardeş’in yanı sıra Baki Turanlı ve Barış Çelenk’i barındıran Cosmic Wings olduğu kadar olan ve asla rol yapmayan şarkılarıyla geçmişin izlerine yeni şeritler ekliyor. Cosmic Wings kusursuzca taklit yapan bir tribute grubu değil. Amatör ruhla ve profesyonel olmak zorunda hissetmeden kendi müziğini yapan bir oluşum. Albümlerinde çığ bir tavır var. Tam bu nedenle “hadi başlayalım, müzik bizi mutlaka bir yere götürecektir” rahatlığını taşıyorlar.


11 Solange – A Seat at the Table

Solange yaşıtlarından her zaman farklı bir yerde durdu. Müziği her zaman daha yaratıcı ve özgür oldu. Kendine çizdiği o yoldan hiçbir zaman şaşmadı. Yeni albüm A Seat at the Table’da da yine bu etkiyi görüyoruz. Albüm birçok müzik tarzından etkilenmiş, hepsinden aldığı parçaları ustaca birleştirmiş bir yapıt. İçeriğin geneline baktığınızda şarkılar birbirini bütünlüyor ve bir temayı oluşturuyor. Bir diğer güzel yanı da bu temanın sosyal ve siyasi meselelerden oluşması. Aralara sıkıştırılmış olan “mola şarkıları” ise ardından gelen şarkının melodisine geçiş yapıyor ve onların hikâyesine zemin hazırlıyor. Birbirini tamamlayan parçalar birleşip bütünlüklü hikaye oluşturuyor ve siz de Solange’ın bir parçası oluyorsunuz.


10 Ülkü Aybala Sunat – Artiz Kahvesi

Ülkü Aybala Sunat’ın ilk stüdyo uzunçaları Artiz Kahvesi dinleyenine alternatif bir yaşam alanı sunuyor. Sadece caz doğrularından değil, aynı zamanda folk’tan ve akla Bülent Ortaçgil & Fikret Kızılok sound’unu getiren pop kanallarından güç alıyor. İhtimaller, Döngü, Güneş Doğar, Başka Türlü, Bekler İnsan ve diğerleri… Hemen her şarkıda boşlukta olmanın haletiruhiyesine, dünyanın sallantıda oluşuna ve umuda değiniyor Sunat. Bir Edip Cansever şiirine dokunarak “Anılarda görünür, düşlerde görünmez insan. Düşlerde görünen anlamlardır” diyor. Kötülüklerin dışına çıkıp hayatı hissetmek adına eşsiz bir fırsattır Artiz Kahvesi.  Sımsıcak öykülerin vurucu bir vokalle seslendirildiği iyi mi iyi bir albüm bu.


9 Frank Ocean – Blonde

Blonde ya da diğer adıyla Blond, Frank Ocean’ın şu ana kadarki en iyi albümü. Toplamda üç yıl süren hazırlık aşaması bu uzunçaların hem ne kadar zor, hem de ne kadar ince bir çalışmanın ürünü olduğunu gösteriyor. İçerikte Beyonce, James Blake ve Kendrick Lamar gibi isimlerin vokal desteği var. Albümün prodüktörlüğünü ise Ocean’ın yanı sıra Pharrell Williams, Jamie xx ve Bob Ludwig üstleniyor. Yine de tıpkı Ocean’ın önceki çalışmalarında olduğu gibi burada da destek sunan isimler kim olursa olsun öncelik onlarda değil. Saçlarını sarı-yeşile boyatıp yüzünü gizlemeye çalıştığı kapak görseli yanıltmasın. Frank Ocean bu albümün her anında “Bu işin lideri benim” diyor.


8 Nick Cave and the Bad Seeds – Skeleton Tree

Eğer Nick Cave and the Bad Seeds albümlerine aşinaysanız onların kederin ve ölümün topraklarında geçen albümler olduğunu biliyorsunuz demektir. İşte bu defa o toprakların tam kalbinden gelen şarkılarla karşımızdalar. Grubun on altıncı stüdyo uzunçaları olan Skeleton Tree‘nin kayıtlarına 2014’ün sonlarına doğru başlandı, ancak Nick Cave’in oğlu Arthur Cave 14 Temmuz 2015 tarihinde hayatını kaybedince zaten karanlık olan söz konusu şarkılar bambaşka bir kedere büründü. Nick Cave and the Bad Seeds albümlerini dinlemek hiçbir zaman kolay olmadı. Ancak bu defa bir babanın çocuğuna duyduğu sevginin ve onu kaybedişinin ardındaki dayanılmaz kederin acısıyla sesleniyorlar.


7 roadside.picnic – Le Cafard

roadside.picnic yeni albümü Le Cafard’ı yılın son çeyreğinde yayımladı ve kapılar kapanmak üzereyken kendini yılın en iyileri arasına karıştırmayı başardı. Bu asla beklenmedik bir sürpriz değil. Le Cafard devam ettiği her an sirayet gücündeki yüksekliği belli ediyor. Left-field hip hop ikilisi İstanbul ve Eskişehir’de geçen kayıt döneminde öyle sağlam kanalları bulmuş ki, ortaya çıkan şarkılar dinleyicisini etkilemekte zorlanmıyor. Albümde roadside.picnic’e Florian Zimmer,Hals, Pitohui ve Wodashin eşlik ediyor. Ağaçkakan ve Armonycoma birkaç hafta önce bize verdiği röportajda şunu söylemişti:  “Gösterişten uzak bir şey yapmaya çalıştık.” Bunu başaramadıklarını üzülerek belirtmek isteriz.


6 Leonard Cohen – You Want It Darker

Leonard Cohen hayatını kaybetmeden hemen önce ölmeye hazır olduğunu söylemişti. Seksen iki yaşındaki müzisyen bunları bir röportajında söylerken çoğumuz kötü haberi çok yakında alacağımızı bilmiyorduk. Final albümü You Want It Darker’ı özetliyordu aslında Cohen. Hayatın gittikçe daha da karanlıklaşmasından, sayılı günlerin gelmesinden ve ruha dönüşten bahsediyordu. Albümle aynı adlı parçada “Hazırım, Tanrım!” diyerek ölümle yüzleşiyordu. Cohen artık yok. Geriye çok ama çok büyük bir miras bıraktı. Finali de bir başyapıtla, You Want It Darker’la yaptı. İki numarada ses veren Treaty şarkısında Tanrı’ya şöyle seslenmişti: “Seni bir hayalet yaptığım için özür dilerim. Sadece birimiz gerçekti, o da bendim.”


5 Radiohead – A Moon Shaped Pool

Yaşamıyorum / Ben sadece zamanı öldürüyorum.” Yeni Radiohead albümü A Moon Shaped Pool’un kapanışında yer alan bu sözler grubun sadece bugününün değil, tüm kariyerinin özeti. Grubun ayrı kaldığı beş yıl boyunca üyeler başka projelere gittiler. Thom Yorke deneysel projesi Atoms For Peace’i başlatırken, gitarist Jonny Greenwood ise film müziklerine odaklanmıştı. İşte A Moon Shaped Pool‘da o ara projelerin etkileri mevcut. İki numaralı şarkı Daydreaming‘in Paul Thomas Anderson imzalı videosunda kapılar arasında farklı hayatların içinden geçip sonunda kendine kapanır Yorke. Bir başka parçada yıkıma değinir, insanlığın bitişini hatırlatır. Radiohead karanlıktayken etrafında olup bitenleri görebiliyor. Zaten bu nedenle çok büyük bir ekip.


4 Bon Iver – 22 A Million

22 A Million silahların hiç susmadığı bir yeraltı filmi gibi. Gürültülü, karmaşık ve acımasız. Her şarkı, her cümle, hatta her enstrüman girişi Vernon’ın müziğe ne kadar sıkı sıkıya tutunduğuna dair izler taşıyor. Bon Iver kariyerinde on yılı geride bıraktı. Bu zaman zarfında pop ile sınırları zorlamak makasında ilk yola daha yakın durdu. Zaten Bon Iver’a Grammy’yi getiren de bu tercihti. 22 A Million tekrar o makasa dönüyor ve sınırları zorlamaktan yana tavır alıyor. Çok güçlü bir deneysel albüm var karşımızda. Açılış şarkısı 22 (OVER S∞∞N) tek başına bunun kanıtı. 22 A Million şimdiye dek bilinen Bon Iver albümlerinden oldukça farklı ve kesinlikle çok etkili.


3 David Bowie – Blackstar

Avangart, karanlık, kapalı ve sert. Blackstar’da baştan sona, albümle aynı adlı açılış şarkısından kapanıştaki I Can’t Give Everything Away’e kadar art rock’ın dip dalgalarından güçlenerek çıkan bir sound’a yükleniyor Bowie. New York’ta kaydedilen parçalar birbiri ardına akıp giderken vurucu cümlelerle kendi yarattığı yeni, bambaşka evreni usulca anlamlandırıyor. 10 Ocak günü, Bowie’nin hayatını kaybetmesinin ardından bu albümün hayranlara emanet edilmiş bir final hediyesi olduğu konuşuldu. Diğer gün Bowie’nin yaklaşık iki yıldır kanserle savaştığı açıklandı. Bu durumda tüm bu sözler, sesler, yani Blackstar’daki her şey esaslı ama gizli tutulan bir mücadelenin dışavurumu olmalıydı. “Yukarıya bak, ben cennetteyim” sözleriyle başlayan Lazarus’un videosu onun son gösterisiydi. Blackstar onun görkemli finali oldu. 


2 Angel Olsen – My Woman

Toplamda on şarkının ses verdiği yeni Angel Olsen albümü My Woman vurucu vokallerden, etkileyici bir sound’dan ve salt yaşanmış, hatta dibine kadar hissedilmiş sözlerden, seslerden oluşuyor. Bu albüm bir modern folk yansımasıdır. Bu albüm ihtiva ettiği dinamik enstrüman kanallarıyla muhteşem bir agresif yön buluyor. Eğer gerçekten indie folk’a ait bir dünya varsa My Woman oradaki en güzel şehir olabilir. “Ben bir kadınım. Aynı zamanda bir müzisyenim. Aynı zamanda bir yazarım. Aynı zamanda bir insanım. Aynı zamanda bir kadının nasıl hareket etmesi gerektiğini konuşanlardan sıkılmış biriyim. Şarkılarım tüm bu kimliklerimden biraz biraz izler taşıyor.” demişti bir röportajında Olsen. My Woman’da söz yazarlığının zirvesine çıktığı kesin.


1 In Hoodies – A Lunar Manoeuvre

Murat Kılıkçıer ya da sahne adıyla In Hoodies… Eminim bu sahne adını bir yerlerde duymuşsunuzdur. Eğer şu ana dek karşınıza çıkmadıysa bir kenara yazın derim. Çünkü In Hoodies’in A.K. Müzik & Müzik Hayvanı aracılığıyla yayımlanan, geçtiğimiz günlerde CD formatıyla da servis edilen A Lunar Manoeuvre adlı ilk albümü hem anlattıklarıyla, hem de güçlü alt. rock sirayetiyle dikkati hak ediyor. Bu albümde bir süredir gittikçe birbirine benzemeye başlayan şarkıların ve elbette o şarkıları yazan müzisyenlerin içinde dolaştığı birtakım indie pop ezberleri yok. Bu tavır A Lunar Manoeuvre’un en güçlü tarafı bana kalırsa. ’90’lar müziğinin gerçekliğinde hayata karışan bir albüm var burada. Olgun, samimi ve olabildiğince net. Ayrıca Kılıkçıer’in bu şarkılarını dinlerken yine ’90’lardan kimi grupları anımsıyoruz. Intro Brave pekala bir The Verve albümünün içinde kendine yer bulabilir. Hemen ardından ses veren Be All You Feel’ın Pulp ve The Stone Roses arasındaki hattı akla getirdiğini söylemek zor değil. Altı numaralı parça Rules of Adulthood ile kapanışa yakın duyulan The Vibe ise britpop ritmine sonuna kadar kapı aralayan iki şarkı. In Hoodies şarkılarının ulaştığı bu adresler sürpriz değil, çünkü projenin bu ilk albümü The Verve, The Rolling Stones ve Blur gibi isimlerle de çalışan efsanevi prodüktör Chris Potter tarafından Londra’da kayıt altına alınıyor. Bursa’da yaşayan bir müzisyenin şarkılarını Chris Potter’a ulaştırmayı başarması ve Potter’ın da dinlediklerinden etkilenerek In Hoodies’e yardım elini uzatması çok önemli. Üstelik henüz tanınmayan bir müzisyenin dünyaca ünlü yapımcı tarafından dikkate alınması neresinden bakarsanız bakın güzel bir rüya. In Hoodies işte bu rüyayı bizzat yaşadı. Yine de bu rüyada başroldeki ne Londra, ne de Chris Potter. In Hoodies’e dair okuduğum hemen her haberde albümün kim tarafından ve nerede kaydedildiği Murat Kılıkçıer’in isminden daha fazla geçiyor. Oysa A Lunar Manoeuvre’un temelinde onun hissettikleri ve yaşadıkları var. Bu çarpıcı albümde en büyük pay In Hoodies’in.

Comments are closed.