2019’un En İyi 50 Albümü

Zaman Makinası|

Seneyi tamamlamak için önümüzde artık sadece saatler kaldı. Yıla dair en iyi albümler listemizi her zaman olduğu gibi yine perde tam kapanırken, son günün ilk dakikalarında paylaşıyoruz. BacktotheSound sunar! 2019’un En İyi 50 Albümü hemen aşağıda.

50 James Blake – Assume Form

Albümü kız arkadaşının sevgisinden güç alarak ortaya çıkardığını her fırsatta dile getiriyor Blake. Böylece biz de potansiyelini tam anlamıyla yansıttığı şarkıları dinleme şansına erişiyoruz. 2016’da dinleyici ile buluşan The Colour In Anything’in iki yıl sonrasında yayımladığı Assume Form ise müzikalitenin en üst seviyeden seyrettiği neredeyse noksansız bir çalışma. Bu albüm Blake’in yolunu izleyen ve değişimden korkmayan her müzisyene ilham kaynağı olacaktır. Bu albümü dinledikten sonra bir daha Retrograde gibi bir şarkının gelmeyeceğini düşünebilirsiniz. Belki de böyle bir beklenti içerisine hiç girilmemeli. Çünkü Blake yerinde saymaktan kaçıyor.

 49 Ars Longa – Hayalet Radyo

Ars Longa’nın en önemli özelliği çok zengin ilham kaynakları olsa da taklitten uzak ve her ne kadar Sakin, Mor ve Ötesi gibi yaşıt gruplarla kıyaslansa da kimseye benzemeyen özgün bir soundu olması. Saf yetenek ve tutkuyla birlikte bu güzel ilham kaynaklarının sihirli bir süzgeçten geçirilmiş hâli Ars Longa’nın kimliğini oluşturuyor. Latincede “sanat uzun hayat kısa” anlamına geliyor Ars Longa. Ne mutlu onlara ki sonsuzluğa böyle içten, özgün ve mutluluk verici sanat eserleri bırakıyorlar. Yüreğim İmparator’da The Beach Boys’dan Attila Özdemiroğlu’na uzanan ilhamlarının ayak seslerini, akşamüstü deniz kıyısında palmiyelerin altında bir ninni dinliyor gibi hissettiren Bizim Şarkı’da Latin ezgilerini, Yarın Olsun’da Led Zeppelinvari hard rock tınılarını duymak mümkün. 

48 Lucy Rose – No Words Left

Yirmi dokuz yaşındaki İngiliz şarkıcı Lucy Rose’un bu folk rock albümü tüm otuz beş dakikalık ömrünü sabır, sükûnet ve melankoliyle tamamlıyor. gündüzden de geceden de korktuğunu itiraf edip bir şeylerin eksik olduğunu vurgularken yalnızlığına saksafon eşlik ediyor. Günümüzde çok tartışılan konuların başında gelen cinsel ayrımcılık da müzik endüstrisinin içinde bir kadın olarak var olmaya çalışan Rose’un hayatında ve albümünde yerini alıyor. Bu albümde öncekilerde yaptığı gibi hit odaklı birkaç şarkı yazıp diğerlerini bunların etrafında şekillendirmek yerine birbirini tamamlayarak bir bütünü oluşturan parçalar ürettiğini söylüyor. Belki de bu yüzden tam da burada, bu şarkılarda kendisini bulduğunu hissettiriyor. İçerisine müzisyenin ruhunu döktüğü tüyler ürpertici bir terapi bu.

47 Shura – Forevher

Bu albüm bir insan olsaydı yüzünde buruk bir gülümsemeyle dans pistinde tek başına ağır ağır dans eden ve ona kimin baktığını umursamayan biri olurdu. Tüm albüm sanatçının Birleşik Devletler’de yaşayan kız arkadaşıyla farklı ülkelerde yürütmeye çalıştıkları ilişkiyi, aşık olma sürecini, ölüm korkusunu hissettiği uzun uçak yolculuklarını, bir kadının başka bir kadını sevmesini anlatıyor ve irdeliyor. Özetle sanatçı aşık olduğu insan için aslında bir şarkı yazmakla kalmayıp bir albüm hazırlıyor. Shura’nın ve diğer tüm LGBT isimlerin son zamanlarda yaptıkları en değerli şeylerden biri bunu değiştirmeye başlamış olmaları. Bir sanat icrasının hala maalesef “hassas” bir konu olarak görülen aynı cinsiyetten insanların arasında yaşadığı aşkı olduğu gibi, yani tüm aşklar gibi anlatması çok kıymetli.

46 Hedonutopia – Arzu Utopyası

Daha da kötüsü, herkes bir uğultu ve aslında kocaman bir eko-sistemin parçasıyız. Albümün genelinde bu tema etrafında anlatılan bir hikâye bulmanız mümkün. Dayansam da ile başlayan bir direnme hikayesi otuz üç dakikalık bir maceranın sonunda kaderini kabullenmeye ve her şeyi akışa bırakma hissine doğru evriliyor. Albümün ortalarına geçiş kaydı olan Kördüğüm, bu senenin yerli sahnedeki en iyi kayıtlarından biri. Muhteşem bir synthesizer altyapısının hemen üstüne insanı en derininden yakalayan gitar riffleri ve çaresizlik hissi ile çok büyük bir bina inşa ediliyor. Kadıköy’ün yıldızı Rasimpaşa da albümün ortalarında kendine yer buluyor. Günlük hayatın en temel parçalarından biri olan mekanların ve şehirlerin insanlarda anlamsız bir mutluluk ya da nereden geldiği belli olmayan bir endişe hissi yaratması şaşırtıcıdır. Rasimpaşa ile Hedonutopia dünyasında mekanların yerine tanıklık ediyoruz.

45 Wretch 32 – Upon Reflection

Birleşik Krallık rap camiasının öncü isimlerinden Wretch 32 bu albümünde adeta bir halk kahramanına bürünmüş. Cinsiyet eşitsizliği, ırkçılık ve orantısız güç kullanan polisler… İşte Upon Reflection’da bütün bu yanlışları irdeleyen hiciv şiirler gibi. Hisleri ve fikirlerini yaptığı müziğe yansıtabilmek ve bunu dinleyene başarılı bir şekilde aktarabilmek müzisyenin yaratım ve paylaşım sürecinin en can alıcı noktası olması. Wretch 32 bu süreçten alnının akıyla geçmiş. Üstüne bir de kendini oldukça geliştiren rapçi on yıllık kariyerindeki en başarılı albümlerinden birini yaratmış.

44 Matt Meltese – Krystal

İngiliz müzisyen kalp kırıklığının en acınası anlarını espri ile harmanlayarak muhteşem bir karışım elde ediyor. Bolca empati kuracağınız ama bir o kadar da ana karakter olmak istemeyeceğiniz bir hikaye ile karşı karşıyasınız. Lo-fi müziğin en ilginç yanı size sonsuz bir huzur getirirken net melankolik havası ile sizi aynı zamanda hüzünlü bir duygu durumuna sokması. Muhteşem bir karmaşa ve kafa karışıklığının bir araya gelmesi ile müziğin hiç bitmemesini diliyorsunuz. İşte, tam o anda melankoliden zevk almaya başladığınız an kapıya dayanıyor. İngiliz müzisyen Matt Maltese müziğini lo-fi tarzın yansıttığı her türlü duyguya mükemmel bir şekilde aktarıyor. “Eğer kalbimi açıp baksaydın çokça kan ve damar görüyor olurdun / Ancak romantik anlamda konuşmak gerekirse sana ait bir yer ile karşılaşırdın.” gibi en yoğun anlarda bile espri size eşlik ediyor.

43 Kim Gordon – No Home Record

Kim Gordon’ın nerede duysanız tanıyacağınız karakteristik sesiyle birleşince ortaya çok güzel bir iş çıkmış gibi duruyor. Ama tekrar belirtelim: Albüm genel hatlarıyla yoruyor. 2019’un sonlarına doğru çıkan birçok albüm gibi bu da alelade dinleyebileceğiniz bir çalışma değil. Bunu oldukça pozitif bir anlamda söylüyorum. Kompleks soundlar ve sert sözler arasındaki köprüde ne olup ne bittiğini anlamak isteyenler için oldukça yerinde bir tecrübe olabilir. Toparlamak gerekirse birkaç kere dinlediğiniz zaman sindirebileceğiniz ve şarkı sözlerindeki metaforları bulup biraz da şaşırarak “Bu da mı varmış” diyebileceğiniz bir eser ortaya konmuş burada.

42 Maggie Rogers – Heard It in a Past Life

Easton, Marylandli müzisyen henüz yirmi dört yaşında ve bu onun henüz ilk uzunçaları. Roger kariyerinin açılışını Heard It in a Past Life ile yapmadı. Öncesinde yayımladığı şarkılar var. Yine de ilk albümler her zaman bir başlangıç sayılır ve oldukça büyük öneme sahiptir. Rogers kesinlikle bu gerçeğin farkında ve kendini rahat hissedebileceği bir indie / folk rock damarı yaratmak istiyor. Albümdeki şarkılar bir başyapıtı değil, çok yakın gelecekte adından sıklıkla bahsettirecek genç bir müzisyenin enerjisini simgeliyor. Heard It in a Past Life bizim için 2019’un en iyi albümleri arasında, çünkü yıllar sonra bile varlığını korumayı sürdüreceğine inanıyoruz.

41 Solange – When I Get Home

Solange meslektaşlarından her zaman farklı bir yerde durdu. Müziği her zaman daha yaratıcı ve özgür oldu. Kendine çizdiği o yoldan hiçbir zaman şaşmadı. Yeni albüm When I Get Homeda da yine bu etkiyi görüyoruz. Albüm birçok müzik tarzından etkilenmiş, hepsinden aldığı parçaları ustaca birleştirmiş bir yapıt. İçeriğin geneline baktığınızda şarkılar birbirini bütünlüyor ve bir temayı oluşturuyor. Bir diğer güzel yanı da bu temanın sosyal ve bireysel etkileşimlerden oluşuyor olması. Birbirini tamamlayan parçalar birleşip bir hikaye oluşturuyor ve siz de Solange’ın pek de hoşnut olmadığı bir dünyanın parçası oluyorsunuz.

40 Michael Kiwanuka – Kiwanuka

En başta şunu söylemek gerekiyor: Bu çok güçlü bir prodüksiyon. Kiwanuka’nın benzersiz bir ses rengi var. Herhangi bir eski soundu yeniyle harmanlamak meziyetli bir iş ve yine çoğu kez bir harmandan ziyade ortaya ne olduğu belli olmayan bir iş çıkıyor. Ses kirletme kisvesi altında kulak tırmalayan tuhaf yüzlerce tınının bir araya gelmesini ortaya bir eski-yeni harmanıymış gibi ortaya sunmak ise dinleyiciye yapılan en büyük eziyet. Neyse ki Michael Kiwanuka için böyle bir durum söz konusu değil. Eski-yeni harmanı olarak birçok müzisyenin kendisine örnek alması gereken bir iş ortaya koymuş. Ortaya gerçekten retro bir iş koyup baz olarak ’70’lerin soul sanatçılarının soundunu alan birinin bundan şikayet etmesine her ne kadar anlam veremesek de Kiwanuka bundan sıkılmış olduğunu son uzunçalarıyla belli ediyor. 

39 Beirut – Gallipoli

Zach Condon’un indie folk projesi Beirut’un beş numaralı uzunçaları Gallipoli ismini İtalya’nın güneyindeki bir sahil kasabasından alıyor. Albümün genel hissiyatı da aynı ismi gibi bir bahar gününde güneşli bir sahil kasabasında gülümseyerek gezip geçmişi anmaya benziyor. Gallipoli’de yeni ve denenmemiş bir şey bulmaya çalışanlar hayal kırıklığına uğrayabilirler. Ancak Zach Condon’un eski ve yeni müziği birleştirip ortaya saf mutluluk ve acı-tatlı nostalji hissini tetikleyen ürünler koymasının büyük bir başarı olduğu gerçeği yadsınamaz. Bunu ancak müziğe ve yarattığı duygulara gerçekten tutkuyla bağlı ve hâkim biri yapabilir.

38 Julia Jacklin – Crushing

 

Onun kendi ajandası var. O ajandanın içindeki notlar sıradan yaşama dokunuyor ve klas sıra dışı tatları keşfediyor. İlişkileri, hayatın içindeki yansımaları, küçük mutlulukları merkeze alan bir kayıt bize doğru yaklaşıyor. Söz konusu LP kapsamında toplam on şarkı duyuyoruz. Bunlar arasında Body, Head Alone, Turn Me Down, Pressure to Party, Comfort, You Were Right öne çıkıyor ama listenin geriye kalanı da etki gücünü düşürmüyor. Hangi noktaya giderseniz gidin sahte olmayan bir ses, o sesin yarattığı his sizi buluyor. Tüm sinyaller bunun 2016’daki ilk albüm çıkışından daha ileride olduğunu gösteriyor. Julia Jacklin dünyasını genişletti. Bunu çok net söyleyebilirim. Crushing onun bu genişleyen dünyasını kanıtlıyor. 

 

37 Chemical Bros. – No Georgraphy

’90’lı yıllarda bir kulüpte yine The Chemical Brothers’ın öncüsü olduğu elektronik janrda dans eden otuzlu yaşlarında birini, tanıdık ve old school elektronik müzik yaklaşımıyla epey mutlu edecek bir albüm No Geography. Elektronik duo bu albümde, favori şarkı listelerinde daima birkaç şarkısını bulunduran, gitar müziğine düşkün benim gibiler için de ağızda bir “zamana meydan okuma” tadı bırakıyor. Albüm üzerindeki genel atmosfere gerçekleşmesinden korktuğumuz ama çocukluğumuzdan beri nasıl olacağını merak ettiğimiz bir zamanı yaşıyor olma hissiyatı hakim. Kısacası gelecek geldi. Biz de The Chemical Brothers’ın kuvvetle hissedilen ilkel elektronik kökleri etrafında tam yirmi dört yıl boyunca örülmüş sonsuz bir coğrafya üzerinde ona tanık olma şansını yakalıyoruz.

36 Jamila Woods – Legacy Legacy

Chicagolu soul müzisyeni, şair, aktivist ve öğretmen Jamila Woods’un geçtiğimiz yüzyılda yaşamış bir jazz şarkıcısına aitmiş gibi tınlayan yumuşak ve tatlı sesine aldanmayın. Yirmi dokuz yaşındaki şarkıcının Legacy Legacy isimli ikinci uzunçalarındaki sözleri fazlasıyla gerçek ve kılıç gibi keskin. Jamila Woods’un yarattığı kaliteli modern soul sounduna Octavia’da space-funk ve Sun Ra’da hip-hop tınıları ekleniyor. Bu son şarkıda cazın avangart ismi Sun Ra’nın bir şiirinden ilham verici bir sözü kullanarak nakaratı taçlandırıyor: “Kanatlarım duvarlardan daha büyük.” Kanatları hayal gücü olarak gören Jamila Woods için bu sözün geçerli olduğu kesin. Henüz ikinci albümü olmasına rağmen Legacy Legacy ile günümüz soul kulvarında kendine güçlü bir yer ediniyor.

35 Vampire Weekend – Father of the Bride

Burada her şey mutluluğa dair. Vampire Weekend önceki gün ses veren Father of the Bride ile tam altı yıl aradan sonra yeni bir albüm yayımlamış oldu. Bu uzun boşluğu klas adımlarla tamamladığını söyleyebiliriz. Vampire Weekend bu yılın üst perde festivallerinde en önlerde olacak ve özellikle Birleşik Devletler’de kapalı gişe birçok konsere çıkacak. Evet, fazla uzun. Evet, bir başyapıt değil. Evet, fazla pop. Evet, fazla optimist. Neden olmasın? This Life gibi bir hit her zaman zirveyi hak eder. Aylardır içeriği merakla beklenen bir albümü Father of the Bride. En başta da belirttiğim gibi grubun altı yıl sonraki ilk uzunçaları. Takvim bahar ile yaz köprüsündeyken yayımlanan bu albümü ne zaman dinlerseniz dinleyin mevsimin bu bölümüne ulaşacağınız ise bir gerçek.

34 Jessica Pratt – Quiet Sings

Jessica Pratt saçları, makyajı, stili ve Amerikan folkun saykadelik denemelerine sık sık denk geldiğimiz şarkılarıyla ilk anda ’60’ların kadın ikonlarından biri gibi görünüyor. Onun müziği için quiet music denilebilir, ancak can sıkıcı bir sessizlikten söz etmiyorum. Üçüncü albümü Quiet Signs’da söz konusu olan ziyadesiyle derin ve çabasız bir sakinlik. Jessica Quiet Signs’ta akustik gitarına piyanoyu ve kalp kırıklıklarını da ekleyip bizi iyileştirmek üzere dokuz şarkıya bölmüş. Ortaya biz dinleyenleri, sessizce ama derinden yakalayan başyapıt niteliğinde bir albüm çıkmış. Şarkılarına hakim, kafa karıştıran zamansızlık hissi Pratt’in Karen Daltonvari vokali, Nick Drake’i akla getiren gitar soundu ile kırılıyor. 

33 Foals – Everything Not Saved Will Be Lost Part I

Sound olarak grubun sert köşeleri biraz düzleştirdiği bir albüm. Daha fazla enstrüman hemen hemen eşit seviyelerde merkeze yüklenebiliyor. Davulun, tuşluların, bass gitarın, elektrik gitarın tamamı başrol için aday olabilirler. En üstte ise kuşkusuz vokal var. Geride kalan dört Foals albümünde de vokal en öndeydi. Ama bu kez fark biraz daha açık. Psychedelic wave dünyasında dolaşan Cafe D’Athens ve hemen ardındaki geçiş şarkısı Surf Pt.1 dışında durum bu. On parçanın toplamına baktığımda ise Foals’ın başarısına tanık oluyorum. Grubun kendine güveni Oxford sınırlarından tüm Britanya’ya yayıldığı o ilk günden bu yana hiç kaybolmadı. Everything Not Saved Will Be Lost Part 1 süreci devam ettiriyor. Sizi kaldırıp duvara çarpacak şarkı arıyorsanız yanlış yerdesiniz. Fakat Foals burada formda ve kendi yolunda ilerliyor.

32 Ponza – Another Land

Garage ve surf rock hatlarında usulca seyreden bir sound yine hiç acele etmeden psychedelic damara ulaşıyor. Vokalin geri vokallerle ve davul ritmiyle buluştuğu final çıkışları muazzam. Yine sekiz dakikaya yaklaşan Kinzi ve üç numaralı şarkı Pulsar ışıl ışıl parlıyor. Buradaki emprovize ataklar yolun seni götürdüğü değil, senin yeni yollar bulduğun haritasız seyahatte dolaşmak kadar özgür hissettiriyor. Another Land’in içinde son iki yıl bağımsız teklikler olarak paylaşılan Up in the Light ile Gold & Round da var. Toplam dokuz parça. Şarkı içinde şarkılar. Hikayeler içinde başka odalara açılan kapılar. Another Land olmak istediği yerde. Söylemek istediğini söylüyor. Duyulmak istediği kadar bağırıyor. Bu harika.

31 The Black Keys – Let’s Rock

The Black Keys hiçbir zaman ölmedi. Onlarınki sadece mesafesi biraz fazla açılan ara dönemdi. Let’s Rock devam ettiği her an sesi biraz daha açma isteğini hissediyorsunuz. Evet, farklı gelmiyor. Evet, yeni bir ses yok. Evet, The Black Keys’in altın yılları 2010-2011 kadar yüksek değil. Tüm bunlar Let’s Rock’ın vasat bir albüm olduğu anlamına gelmiyor. Herkes The Black Keys’den bir albüm çıkarıp hiç olmazsa yeni konserler için sebep olarak kullanabileceği şarkılar bekliyordu. Onlar bu beklentinin çok daha iyisini yaptılar.  Ben buradaki on iki şarkıyı tamamlayınca en başa dönüp Shine a Little Light’a kendimi bırakıyorum. İşte bunu başarıyor Let’s Rock. Adı gibi bir albüm. Fazlasına ihtiyacı yok.

30 Tindersticks – No Treasure But Hope

Stuart Staples hüzünlü vokallerini neredeyse neşeli bir hale çevirmiş gibi. Staples albümdeki şarkılarının büyük bir bölümünü Yunanistan’da bulunan Itaka adasında yazmış. Pek turistin uğramadığı ve adeta zamanda asılı kalmış olan bu büyülü Yunan adası doğal güzellikleriyle biliniyor. Okaliptüs, çam ve zeytin ağaçlarıyla bezeli bu adadan çıkan şarkıların doğaya ve güzelliğe övgü niteliğinde olması ise sürpriz değil. Toparlamak gerekirse No Treasure But Hope vermek istediği duyguları net bir şekilde ileten bir çalışma. Sakinliğin, huzurun ve melankolinin iç içe geçmesinden keyif alabilecek herkesin de mutlaka dinlemesi gereken bir albüm. Bir çok duygunun iç içe girdiği bu albüm ışıl ışıl parlıyor.

29 Swans – Leaving Meaning

Leaving Meaning sürükleyici bir peri masalını, uçsuz bucaksız ormanda dinliyormuş hissi yaratan bir albüm. Her bir şarkı farklı bir bölümün betimlemesi, masal karakterlerinin şarkısı gibi. Fakat peri masalı dediğimde aklınıza pür neşe gelmesin. Bu masal bir sürü kahramanın birbirleriyle savaştığı, bazen mutlu olup bazen de acı çektiği anlarla dolu. Anlatıyor, gösteriyor ve hayal ettiriyor. Yani şimdilerde birçok sanatçının beceremediği sadece işitsel olarak değil diğer birçok duyuları da harekete geçiriyor ve bunu öyle başarılı bir şekilde yapıyor ki albüm bittikten sonra bir süre boyunca hiçbir şey yapmadan sadece oturup etrafa bakmak istiyorsunuz.

28 Steve Gunn – The Unseen in Between

Siyah beyaz bir fotoğraf. “Dinleyeceğiniz albümde yalnızca gitarım ve ben merkezdeyiz” mesajını veren son derece yalın ve samimi bir duruş. Steve Gunn’ın son uzunçaları The Unseen in Between’in kapak fotoğrafına yalnızca bir kez bakmak bile bütünü görmek için yeterli olacaktır. Albümü dinlemeye başladıktan sonra ise siyah ve beyazın buluşmasında yeni soluklar yakalamanın keyfini çıkarabilirsiniz. Dinledikçe demlenecek ve değerlenecek bir albüm The Unseen in Between. Steve Gunn ise spot ışıklarından uzak durmayı seçtiği kariyer çizgisinde en sağlam formunu almaya çok yakın.

27Nilüfer Yanya – Miss Universe

Nilüfer Yanya’nın debut albümü Miss Universe birçok farklı açıdan ışıltısını yansıtmayı başarıyor. Her şeyden önce gitar soundu o kadar güçlü ki on yedi şarkılık upuzun bir LP boyunca hiç kaybolmadan çizgiyi takip edebiliyorsun. ParalysedBaby BluHelt RisesTearsIn Your Head ve Warning benim için listede bir adım öne çıkan parçalar oldu. Nilüfer Yanya’dan ikinci albümü bundan daha iyi bekleme hakkımı şimdilik saklı tutuyorum. Miss Universe 2019’un en iyi kayıtlarından biridir. Şu an bunun tadını çıkarabiliriz. Indie folk ile başlayıp garage rock sularına dalıyor ve finallerde muhakkak direkt davul çıkışlarından güç alıyor. Elektrik gitar tonlarına ayak uydurmak hedefiyle yer yer dijitalleşen vokal bile rahatsız etmiyor. 

26 Jenny Lewis – On the Line

Las Vegaslı şarkıcı Jenny Lewis’in dördüncü solo albümü On the Line geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Kırk üç yaşındaki Lewis, California sounduyla tınlayan ’70’ler esintili indie rock albümünde ayrılıkları ve pişmanlıkları “Eğer gökkuşağı istiyorsan yağmurla başa çıkman gerekir” sözünü doğrularcasına renkli bir şekilde yorumluyor. On the Line’ın zemininde Jenny Lewis’in annesinin ölümü ve müzisyen Johnathan Rice’la olan on iki yıllık beraberliğinin sonlanması yatıyor. Lewis neşe ve hüznü dengelediği müziğinin üzerine güçlü ve ilgi çekici hikâyeler anlatıyor. Narkoleptik bir şairle yaptığı bir araba yolculuğunda Elliott Smith’i tartışıyor. Mezarlıkta öpüşüyor.

25 Foals – Everything Not Saved Will Be Lost Part II

Foals için her şey olabildiğince yolunda. Konserler hala kapalı gişe. Yeni şarkılar hala merakla bekleniyor. O merakın sonucunda hiç kimse hayal kırıklığına uğramıyor. Aynı yıl iki farklı albüm bile yayımlanıyor ve her ikisi de çok güçlü sekanslara ulaşıyor. Yetmez mi?  Into the SurfLike Lightning ve 10,000 Feet özgün bakış açısına kapı aralayan kayıtlar. Peki Everything Not Saved Will Be Lost Part 2 bir başyapıt mı? Bunu söylemek Foals’un 2015 çıkışlı What Went Down adlı şaheserine haksızlık olur. O çok yukarılarda bir yerde. Yaklaşmaları belki zaman alacak, belki de bir daha o atmosfere hiç giremeyecekler. Sorun değil. Yılda iki albüm çıkarıp her ikisiyle de etki gücü yüksek sesleri, hikayeleri var edebilmek yeterince zor ve önemli. Üstelik ikincisi birkaç adım daha önde.

24 Elbow – Giants of All Sizes

Sekizinci stüdyo albümlerinde Elbow’a politik karamsarlık, kişisel travmalar ve özlem eşlik ediyor. Giants of All Sizes tanıklık etmek isteyeceğiniz duygusal bir yolculuk. The Delayed 3:15’te trenin önüne atlayarak intihar eden bir adamın geride bıraktığı melankoli ile karşılaşırken bir anda birine duyduğunuz özlem ile hayata olan güveninizi nasıl kaybettiğinizi hatırlıyorsunuz. Albümün sonlarına doğru karamsar bulutların arasından sızan ışıklar gözünüzü alıyor. Weightless’da Garvey oğluna “Hey, sen bana benziyorsun ve biz de böylece ona benziyoruz.” derken boşluğun getirdiği kayıpları hayatımızdaki kazançlar ile nasıl doldurabildiğimizi öğreniyoruz. Giants of All Sizes, single kayıtları ile çalma listenize gelişigüzel ekleyebileceğiniz bir albümden ziyade baştan sonra sindirilmesi gereken bir duygu yığını. Dinleyenin keyif alacağı ve biraz da hüzünleneceği bir yapıt.

23 Ride – This Is Not a Safe Place

In This Room gibi şarkıları her yerde bulamazsınız. Grubun adını taşıyan şarkı ise ilk sıradan bizi selamlıyor. Tam anlamıyla bir intro. İki numaradaki Future Love karmaşık nakaratıyla “daha iyisi olabilirdi” diye düşündürüyor ister istemez. Kill Switch kayıt sırasında en çok eğlendikleri parça olduğuna bahse girebilirim. Sorular, sorular ve duvar gibi çarpan cevaplar. Her şey garage sounduyla tekrarlanan şarkı isminde saklı. Fifteen MinutesEternal RecurrenceClouds of Saint Marie ve End Game’i de üst perdeye ulaşan şarkılar listesine ekleyebiliriz kolayca. Ride gerçekten burada. Tam performans bu albüme kendini adıyor ve albümün içinde yaşıyor. Yıllar geçiyor, ’90’ jenerasyonu dede olmaya hazırlanıyor. Ride gibileri ise This Is Not a Safe Place adlı bir uzunçalar çıkararak zamana, paslanmaya meydan okuyor ve mevcut dönemle dalgasını geçiyor. Bunu yaparken de sahiden eğleniyor. 

22 Floating Points – Crush

Çalışmalarını ağırlıklı olarak Londra’da sürdüren electronic wave temsilcisi ve prodüktör Sam Shepherd burada belki de müzik kariyerinin en önemli işlerinden birine imza atıyor. Floating Points, Shepherd’in başında yer aldığı bir müzik oluşumu. Bu nedenle de Crush dahilinde duyduğumuz her sesi, her detayı ve her kompleks sekansları Shepherd’e bağlayabiliriz. Crush modern bir alt. electronic albümü olmanın ötesinden gelecekte de hatırlanacak ve zamanı her daim yakalayacak bir kayıt. Crush’ın temelleri Shepherd takvimler 2017 yılını gösterirken Thh xx ile turladığı sıralara kadar dayanıyor. Pop etkileşimleri ve dinleyiciyi sert bir şekilde içine alan döngüler albümün en büyük artıları. Yılın en iyileri arasına adını yazdırmakta hiç zorlanmıyor Floating Points imzalı Crush.

21 King Princess – Cheap Queen

Herkesin kendinden bir parça bulabileceği hikayelere güçlü pop melodileri eşlik ediyor. Queer temsilcisi olarak ortaya çıkan tüm isimler arasında King Princess kendi sesini ilk albümden bulmayı başararak öne çıkıyor. Queer toplumun sesi olarak sıradan pop şarkıları ile öne çıkmaya çalışan ve kaybolan isimlerin bolluğu arasında zaman zaman kime kulak vermemiz gerektiğini bilemez olduk. Mark Ranson destekli King Princess ise tüm beklentilerinizi bir kenara bırakarak dünyasına dalmanız gereken bir isim olarak öne çıkıyor. Gerçek olaylardan esinlenilen bir albüm olarak çıkış albümü Cheap Queen’de gerçek ismiyle Mikaela Mullaney Straus’un hayatının en gerçek ve bir o kadar da yaralayıcı noktalarına adım atıyoruz.

20 Rammstein – Rammstein

Onlar hiç değişmedi. Eşsiz, baskın ve üstelik son albümleriyle yüzümüze karanlık bir tokat çarpacak kadar da acımasız. Kabuk değiştirir gibi kendiliğinden, canınızı acıtan sancılı sözler, tertemiz riff’lerle canlanan gitarlar, şimşek gibi çakan davullar ve kaya gibi sert bir sound ile Rammstein on yıl aradan sonra yayımladığı on bir şarkılık bu albümle tam anlamıyla bir altın gol atarak skoru kendi lehine çevirdi. Rammstein’ın kendi adını taşıyan son albümünde açılışını yapan Deuchland, Almanya için bir çeşit milli marş olur mu bilemeyiz. Zira bu bir aşk-nefret ilişkisi: “Almanya! Kalbim alevler içinde / Seni hem sevmek hem lanetlemek istiyorum / Almanya! Nefesin soğuk / Hem çok genç hem çok yaşlı.” Albüm kapağındaki yanmayı bekleyen kibrit misali önce kendi ülkesinde ortalığı ateşe veriyor Rammstein. 

19 Banks – III

Farklı şehirler arasında dolaşırken yazılan şarkılar. Sohn, Hudson Mohawke, Tim Anderson ve Liam Gallagher’ın özel destekçisi Paul Epworth gibi alanında uzman birçok isim III’nin prodöktörlüğünü üstleniyor. Açılış Till Now ve hemen ardından gelen Gimme bir vokal ışıltısından ziyade gücünü prodüksiyon temelinden alan iki majör şarkı. Sıradaki parça Contaminated pop electronic tavrında güncel bir balad. AlaskaWhat About Love ve Godless içeriğin parlayan diğer yıldızları. Banks burada artık otuzlarında olduğunu değil, hala sanki her şey ilk albüm sürecindeymiş gibi dinamik kanallar arıyor. Hala kendini kanıtlama peşinde. Hala “sevgimiz kusurlu” derken inandırıcılığını koruyor. Ben ona inanıyorum. Stroke’u dinleyin. Duyduğunuz şey sadece efekt beat gibi gelebilir. Ardından başlayan synthesizer ve vokal birleşimi size duyduklarınızın daha derin hattan geldiğini haykıracak. III sıra dışı bir albüm.

18 Clairo – Immunity

Bir kere artık bu albümle Clairo bedroom pop’tan çıkıp iyice electropop diyarlarına doğru süzülüyor. Yani Pretty Girl tuttu diye albümde başka Pretty Girl’ler olmaması, dinleyiciye yeni bir sound sunulması alkışı hak ediyor. Auto-Tune’un Clairo’nun pürüzsüz vokaline ustalıkla harmanlandığı Closer to You gibi, soft rock kıyılarından kopup gelen ve beat’leriyle ’80’lere selam eden Sofia gibi, davullarıyla bizi bambaşka alemlere götüren Impossible gibi, ilk kez karşılaştığınız birinin çok tanıdık gelmesi hissindeki Bags gibi şarkılar Immunity’nin bizce altın değerindeki eserleri. Sanki her dinleyişte başka bir şarkıya tutunacakmışsınız gibi, her seferinde yeni bir sarmalın içinde yolculuk yapmak da çok keyifli. Immunity sıcak, derinlikli sözleri, tertemiz kaydedilmiş lo-fi sounduyla beklentilerimizin de üstünde bir ilk albüm.

17 The National – I Am Easy to Find

I Am Easy to Find ile iki yıllık ara dönemi sonlandırıp kariyerlerindeki sekiz numaralı LP’yi yayımlamış oldular. En kalabalık albümleri bu. En uzun albümleri bu. En cesur albümleri bu. The National kendi dünyasında dolaşmayı sürdürüyor. İyi ki.  5 Mart günü paylaşılan ilk single çıkışı You Had Your Soul with You’yu dinlerken kendi kendime “İşte The National burada” demiştim. Birkaç gündür albümün tamamını dinliyorum ve The National’ın işte tam burada olduğu fikrim yerli yerinde durmaya devam ediyor. Başka bir şeyi denedikleri de sır değil. Albüm toplam altmış üç dakika sürüyor.  Tam on altı şarkı. Bu onlar için rekor. Evet, I Am Easy to Find bir film formuna da sahip. Tüm bunlara ek olarak albüm boyunca çok sayıda kadın vokale tanık oluyoruz.

16 Crumb – Jinx 

Zira her şehirli sıkışan trafikte ya da yürünmeyecek kadar kalabalık bir Kadıköy’de içinden tıpkı şarkıdaki gibi “Bu şehir çok yoğun ve beni geriyor ve bunun asla sonu yok” diye geçirmiştir, eminiz. Okul arkadaşı olan grup üyeleri Lila, Jesse, Brian ve Jonathan’ın birlikte müzik yapma becerilerini ne kadar geliştirdiklerini ve müziklerini dinleyiciyi dışlamadan nasıl kişiselleştirdiklerini görmek çok güzel. Jinx’i en karanlık düşüncelerinizle ne yapacağınızı bilemediğiniz akşamlarda anksiyetenize iyi gelecek bir iksir gibi düşünebilirsiniz. Albümleri için Birleşik Devletler’de tam elli iki konserlik bir tura çıkacak Crumb’ın bu “kendin yap” iş modeli ise grubu yakın gelecekte birçok grubun izleyeceği bir pazarlama ve yayılma stratejisinin öncüsü olarak sektörde devrim niteliğinde bir yere koyuyor.

15 She Past Away – Disko Anksiyete

Belirdi Gece ve Narin Yalnızlık albümleriyle lokal sınırların ötesine geçip karanlığın müziği olan darkwave tavrının güncel dönem medarıiftiharlarından biri haline gelen She Past Away’in üçüncü albümündeyiz. Disko Anksiyete üzerine kasvetin sindiği on şarkıyla puslu dans pistine davet ediyor bizleri. Grup post punk, darkwave ve gotik rock elementlerini harmanlayarak 2000’lerdeki post punk dirilişinin filizlendirdiği alt kültürün temsilcilerinden biri oldu. Dört yıl aradan sonra dinleyiciye ulaşan Disko Anksiyete’de post punk tabiatına sadakatleri devam ederken soundlarına ilerici katmanlar ekleyerek janrın dinamiklerini diri tutmayı hedefliyorlar. İcra ettikleri müziğin zamansız ruhunu muhafaza ederken ana hattını fütüristik çizgilerden çekmeyi başarabilen nadir gruplardan She Past Away.

 14 Brittany Howard – Jamie

Alabama Shakes grubun vokalisti Brittany Howard solo albümünü yayımladı ve bu albümüyle beklentilerin de ötesinde bir başarıya ulaştı. Üstelik bunu çok kısa sürede, sadece birkaç öncü single paylaşımıyla sağladı. İsmi bilinen bir müzik grubundaki varlığınızın dışında, salt kendi isminizi kullanarak solo kariyer açmak her zaman çok zorlayıcı etkileşimler barındırabilir. Sonuç olarak herkes sizi o gruba dair görmektedir ve yaptığınız her yeni şarkı grup formuyla kıyaslanacaktır. Brittany Howard’ın Jamie albümü işte bu kıyaslamalardan zaferle ayrıldı. Saf bir rock & roll, folk, blues, soul ve yer yer country tınıları albümün merkez hattını ilmek ilmek örüyor. Açılıştaki History Repeats’ten son perde Run to Me’ye kadar on bir şarkılık görkemli bir yolculuk burada sizi bekliyor. Çok güçlü bir vokal. Sonsuza kadar ayakta kalacağına sizi inandıran bir vokal. Brittany Howard’ın silahı gerçekten de çok güçlü. 

13 Thom Yorke – Anima

Beatleri, synthleri ve vokalleriyle albümün en güçlü parçası Traffic. Thom Yorke’un solo olarak yapmış olduğu her albümün kendine has bir dili var. Albümlerin bütünselliğini özümsedikten sonra vokalleri olmasa bile ya da vokallerini çıkartsanız bile tınılardan,beatlerden, seslerin ahenginden “Thom Yorke imzası taşıdığını” anlayabilirsiniz. Dawn Chorus ve I Am a Rude Person’da Yorke dilinin zirve noktasında. Dawn Chorus’un lo-fi, jazz-hopvari synthleri ile her ne kadar insana huzur veriyormuş gibi olsa da sözleri neredeyse her Thom Yorke şarkısında olduğu gibi iç acıtıyor. Bir şarkı fiziki bir hale bürünebilse ve ona dokunulabilse Dawn Chorus kesinlikle sarılmak isteyeceğim bir şarkı olurdu. I Am a Very Rude Person’da “Yaratmak için yok etmek zorundayım” diyor Thom Yorke neredeyse yaptığı her işte iç benliğimizi o an için önce yok edip sonra da baştan yarattığı gibi.

12 Angel Olsen – All Mirrors

Şaşırtıcı ritimleri ve vokal ataklarını da dahil ederek ilerliyor Angel burada. İlk EP çalışması Strange Cacti, 2012 tarihli Half Way Home, 2014 çıkışlı Burn Your Fire for No Witness, 2016’da ses veren My Woman… Daima bir sonraki sayfaya dair, bir sonraki adımı merak ederek ilerledi Olsen. Şimdi otuz iki yaşında. Şimdi konumu All Mirrors. 2017 yılında daha önce kaydedilmiş ancak yayımlanmamış eski şarkıların bir araya toplandığı albüm Phases’ı bir kenara bırakırsak üç yıl aradan sonra gelen bu yeni LP onun kariyerinde iki albüm arasındaki en uzun ara dönemi sonlandırdı. Zamansız bir sound. Duymaya alışık olduğumuz sözlerin ötesinde cümleler. Anı yaşayan bir vokal. All Mirrors’ı mutlaka dinlemelisiniz. 

11 Jakuzi – Hata Payı

Taner Yücel prodüktörlüğündeki Hata Payı’nın sound gücünü yok saymıyorum. Krautrock ve post punk hatlarına klas dokunuşlar yapıyor. Davuldaki Can Kalyoncu, synth-gitardaki Ahmetcan Gökçeer, bass gitardaki Meriç Erseçgen’in isimlerini tam burada belirtelim. Sözler ise birkaç adım daha önde. Jakuzi dünyasını nasıl anlatması gerektiğini düşünmüyor bile. Sadece dile getiriyor. Intro Sana Göre Bir Şey Yok’taki ilk otuz saniye kalp atışı ritminde ilerlerken devamı için sıra dışı sinyaller veriyor ve o sinyaller son şarkının son anına kadar seviyeyi düşürmüyor. ŞüpheYangınBir Şey OlurNe Teselli Ne Avuntu… Bunların tamamı 2019’un en güçlü albümlerinden birini bize getiriyor. İçeriğin en zayıf sekansı Kalbim Köprü Gibi dahi sürükleyici izleri var ediyor. Son iki cümle: Jakuzi hala yükselişte. Hala diyorum çünkü Fantezi Müzik sonrasında üzerine yüklenen beklenti baskısını atlattı.  

10 Nick Cave ant the Bad Seeds – Ghosteen

Nick Cave and the Bad Seeds’in yenisi Ghosteen sabah işe giderken dinlenecek bir albüm değil. Renkli ve mutlu gözüken albüm kapağına kanmayın. Ağırlığı altında ezileceğiniz, belki bir damla gözyaşı akıtacağınız ve hayatı sorgulayacağınız bir albüm bu. O yüzden bulutların gelmesini ve havanın kararmasını bekleyin. Elinize kahvenizi alın. Bir mum yakın ve kendinizi bu kutsal ağıda hazırlayın. Sonuçta herkesin daima birini kaybettiğini vurgulayan üstat Nick Cave yine karanlıkların içinde bir ışık olduğunu gösteriyor ve ışığa giden o yolda yalnız olmadığımızı hissettiriyor. Ghosteen bu yüzden bütün karanlık havasına rağmen insana umut veriyor. Hissettirdiği duyguların yoğunluğuyla doğru orantılı olarak sanatçının en güçlü ve dokunaklı albümü olarak tarihe geçiyor.

9 Vanishing Twin – The Age of Immunology

Albümde grup sizi Stereolab’den CAN’e, ilham aldığı muhteşem seslerle buluşturuyor. İsmini David Napier’in aynı isimli kitabından alan albüm insanı sanata doyuracak bir kırk beş dakika vadediyor. Albüm Koop’un kuzeyli nu jazz tınılarını çağrıştıran sakin ve karakterli KRK (At Home in Strange Places) ile başlıyor. Wise Children ile oldukça durağan bir geçişin ardından albümün en güzel isimli şarkısı Cryonic Suspension May Save Your Life art pop soundu ile dikkat çekici bir başlangıç yapıyor ve enerjisini son ana dek koruyor. You Are Not An Island fazlaca Kings of Convenience çağrışımı yapan, yine kuzeyli köklere selam çakan bir şarkı. Bu çağrışımlar bir yandan da sürekli albümün neden yazın piyasaya sürüldüğünü düşündürüyor. 

8 Coldplay – Everyday Life

Coldplay bir makine değil. Dolayısıyla inişleri – çıkışları, üretim süreçlerine denk düşen evlilikleri, boşanmaları, depresif dönemleri, mutlulukları, hüzünleri ve ilk kez baba olmanın verdiği gururları hayatlarına dahil oldu. Biz de yıllar boyunca bu hayat yansımalarına dahil olduk, onların geçtikleri özetleri dinledik. Her albümde sıra dışı olmayı başardılar mı? Hayır. Bunu beklemek zaten haksızlık. Everyday Life ise Coldplay külliyatına klas bir ek olmayı hak ediyor. Dünyanın en zengin müzisyenlerinden dördü gün doğumunda ve gün batımında Ürdün’de sahne alıyor, şarkılarını kan ile yıkanmış Ortadoğu coğrafyasında haykırıyor. Everyday Life ile Coldplay yaşamın olağan döngüsüne tüm farklı kültürlerle birlikte dahil oluyor. Bu albüm büyük bir ekibin büyük bir albümüdür.    

7 Non Square – Reflections of Us

Land of Nod’un kendini tekrarlayan ve insanın içini sıkmayan glitch soundları ve organik sesleri açılış parçasının vermiş olduğu kafa karışıklığını giderip dinleyiciyi biraz daha albümün içerisine çekiyor. Bu arada Oraydın’ın her şeyi telefonla kaydettiğini, sounduna ve albüme karakter katan kirliliğin buradan geldiğini de belirtelim. Bad Feelings Today ve Ophitic Texture ise gerçekten fütüristik çalışmalar. Özellikle Bad Feelings Today’in robotik sesleri (vokalleri) ve döngüsü sizi bu dünyadan koparıp başka dünyalara götürüyor. Ophitic Texture ise neredeyse aggrotech türünde ilerleyecekken durması gereken noktada duruyor ve electronic müzik açısından tam anlamıyla doyuma ulaştırıyor. Toparlamak gerekirse gerçekten özgün, kendine has ve klas bir iş olmuş. Apparat’tan almış olduğu ilhamı muazzam bir şekilde yorumlayıp taklit etmeden ülke electronic müzik sahnesine böylesine bir albümü kazandırdığı için Reflections of Us ayakta alkışlanmayı hak ediyor.

6 Billie Eilish – When We All Fall Asleep Where Do We Go

Electronic wave tandanslı pop mühendisliği. Hemen hemen tüm albüm için bunu söyleyebilmek mümkün. IlomiloXannyI Love YouGoodbye… When the Party’s Over’a ise ayrı bir bölüm açmakta fayda var. Yedinci sırada ses veren şarkının öncü kimliğe sahip olması Eilish’in vokali ve ona eşlik eden piyano sayesindedir. Jenerasyonuna hitap ederken daha iyi bir balad seçilemezdi. Bu noktada Eilish’in kardeşi Finneas O’Connell’ın da adını geçirmek gerekiyor, zira prodüktör koltuğunda O’Connell var. On dört şarkının geneline bakıyorum ve gördüğüm fotoğrafta kendi dünyasını anlatırken gotic, metaforik, atmosferik detaylardan cesaret alan yetenekli bir müzisyenle karşılaşıyorum. Amerikan rüyasının, “Günün birinde sen de çok ünlü bir şarkıcı olabilirsin” sözünün ete kemiğe bürünmüş en yeni örneklerinden Billie Eilish. Çıktığı her konser kapalı gişe gerçekleşiyor. Onun yolculuğu yeni başlıyor. When We All Fall Asleep Where Do We Go dibine kadar Los Angeles müziğinden başarılı örnektir. Işıltılı. Dijital. İkna edici.

5 FKA Twigs – Magdalene

Birkaç farklı boyutu var Magdalene’in. Kalp kırıyor. İyileştiriyor. Ayağa kalkıyor. Boyun eğiyor. Savaşıyor. Teslim oluyor. FKA twigs bu ikinci albümünde sound dalgaları ve güçlü vokaliyle zihnini bize açıyor. Jaar, Future, Skrillex, Jack Antonoff, Oneohtrix Point Never, Cashmere Cat ve Benny Bianco gibi majör isimler de Magdalene’deki yer alıyorlar. Tüm bu katkılar çok ama çok değerli ancak merkezde FKA twigs var. Şu an kariyerinin Everest çizgisinde olduğunu söylememize izin verin. Geriye dönüp bakınca onun yirmi dört yaşında paylaştığı ilk EP ile kariyerine başladığını görüyoruz. Debut albümü ise LP1 adıyla bundan beş yıl önce gelmişti. İşte hepsi bu. Birkaç EP ve tek uzunçalar var onun geçmişinde. Kısa kariyerinde şimdi geldiği yer ise henüz ikinci stüdyo albüm. Magdalene. Şüphesiz üzerine çok konuşulacak, etkisini uzun yıllar sürdürecek. Çünkü buradaki dokuz şarkı birbirine halatlarla bağlanmış dokuz öykü. FKA twigs ile birlikte her biri ışıl ışıl parlıyor. 

4 Bon Iver – I I

Vernon, son Bon Iver albümü i,i için cap şapkasını ters çevirmiş diyebilirim. Nostaljik ruhunu günümüze taşımış. Politik ve kişisel meseleleriyle şairane dilinden ödün vermeden yüzleşmiş. Bir yandan da inişli çıkışlı vokal ve melodik arka planıyla inanılmaz duygusal şarkılara imza atılmış. Vernon aslında sosyal medyadaki sanal gerçeklikten çok sıkıldığımız ve insanların mutsuzluklarını da görmek istediğimiz bu zamanlarda birçok genç müzisyenin yaptığını yapmış: Bize zayıf yanlarını göstermiş. Zorlandığını itiraf etmekte bir sakınca görmemiş. Sinirlenmiş, gizlememiş. Onu bu albümle ayrı bir yere koyansa sizi bir DJ gibi duygudan duyguya ustaca gezdirebilmesi olmuş. O zaman herkese müjde: Şehirler arası uzun otobüs yolculuklarında hayatımızı sorgularken dinleyebileceğimiz albümlere bir yenisi daha eklendi. Teşekkürler Bon Iver.

3 Liam Gallagher – Why Me Why Not

Oasis dünyasında verecek son nefesini Liam. Çünkü o dalgayı hiç bırakmadı, bırakacak gibi de görünmüyor. Onun yeni solo albümü Why Me Why Not tam da o Oasis dalgasından ses veriyor. Liam sanki Oasis bir kaleymiş ve en azından birinin o kaledeki bayrağı sürekli dalgalandırması gerekiyormuş hissiyle hareket ediyor. Liam Gallagher kültü artık Liam’ı bile aşmış durumda. Parkasıyla. Mikrofon başındaki duruşuyla. Küfürleriyle. Sahnede tükürmesiyle. Yürüyüşüyle. Oasis’in dağılması onu sendeletmiş, ardından başladığı Beady Eye grubunun başarısızlığı ise onu komaya sokmuştu. Ekim 2017’de yayımlanan debut solo albümü As You Were ile Liam tekrar Liam Gallagher oldu. As You Were’ün tüm Britanya’da zirveye çıkması ve Birleşik Devletler’deki konserlerin bile kapalı gişe gerçekleşmesi ona tekrar aslında kim olduğunu hatırlattı. Yarın onun doğum günü. Kırk yedi yaşına basıyor ve artık fotoğraflarda genç bir rock star olmanın yanında güncel şarkılarıyla listelerde zirveye çıkan ve yol alabilen bir frontman Liam.

2 Lana Del Rey – Norman Fucking Rockwell

Sözünü sakınmıyor. Kendine yalanlar söylemiyor. Olmadığı biri gibi görünmeyi reddediyor. Lana Del Rey belki de ilk kez maskesini indirip yanında kimse yokkenki o gerçek Lana Del Rey’i bizimle paylaşıyor. Norman Fucking Rockwell gerçek bir başyapıt. İçerikteki on dört şarkı da dev yapbozun eşit dilimleri. Rey tam performans burada. Vokalini nasıl kullanacağını, nefesini nakaratlarda nasıl pay edeceğini çok iyi biliyor. Gitar soundu, piyano vuruşları, soul geçişleri, electronic wave baskınları ve davulun büyüleyici unsurları da onun ses tonunu kutsuyor. Norman Fucking Rockwell güzel kurgulanmış, iyi tasarlanmış bir kayıt değil. O olduğu gibi gelen ve üzerinde ne kadar oynanırsa oynansın temelinde güçlü olan bir albüm. Lana Del Rey de artık sadece albümler çıkaran bir kapak güzeli ya da balon bir pop ikonu değil. O artık Birleşik Devletler yakın tarihinin en iyi şarkı sözü yazarlarından, hikaye anlatıcılarından, vokalistlerinden biri. Norman Rockwell neredeyse elli yıl boyunca her hafta Saturday Evening Post’ta Amerikan rüyasını satan çizimlere imza atmıştı. Rey ise merkeze onu koyarak o rüyayı kendi dünyasından kalıntılarla lime lime ediyor.  

 

1 Sharon Van Etten – Remind Me Tomorrow

İşte o yarın geldi. Bugün” demişti albümün yayımlandığı gün Etten. Remind Me Tomorrow. O çok ama çok heyecanlı. Anlayabiliyorum bunu. Sadece dört yıl gibi uzun ara dönemi kapattığı için değil hayatının en kırılgan dönemine denk geldiği için albümü bu denli içinde yaşadığını söylüyor. Anlayabiliyorum. Sıra dışı ve çok güçlü bir albüm Remind Me Tomorrow. Sound kurgusunu moda indie çizgisinden söküp başka hatlara monte ediyor. Electronic wave altyapıyı gitar ve davul izliyor. Tümünün üstünde ise Etten’ın vokali var. Hayatın içinde, merkezinde ve burada. İşte tam olarak burada. Sharon Van Etten saklanmayı tercih edebilir ve yine büyük cümleler kurabilirdi. Yine sevgiden bahsederdi. Yine yüzüne dokunan soğuk bir elin sıcaklığını aradığından bahsedebilirdi. Yine adı gibi bildiği New York sokaklarından geçerken on yedi yaşındaki halini bulup konuşabilirdi. Ama böyle olmazdı. Saklandığın an hiçbir şey aynı olmaz. Ortaya gölgenden önce sen çıkmalısın. “Gerçek bir aşk” ne kadar basit bir cümle, değil mi? Değil. Hissederek söylenen hiçbir cümle basit değil. Remind Me Tomorrow salt bir albüm değil. Finalde roman olduğunu fark ettiğiniz öyküler zinciri. Devam eden her an yaşadığı dünyayı yansıtıyor gözleriyle, diliyle, adımlarıyla. Kariyeri boyunca yaptığını yapıyor burada Sharon Van Etten. Ama söylemeliyim ki bu kez daha iyi yapıyor. Otuz sekiz yaşında kurduğu her cümle, ritmi kaçıran hatalı nefes boşluğu bile muhteşem bir atmosfer yaratıyor. En iyi rolün kendini oynamak olduğuna inananlardanım. Hissettiğin neyse o an orada yaşarsın. Başka duyguları merak edersin, başkalarından ilham alırsın ama başkası gibi olmaya çalışmazsın. Etten’ın bundan birkaç ay önce BBC’deki röportajında söyledikleri şöyleydi: “Yoldaki albümüm bazı anlarda karanlık olacak ama umutlu olmayı da elden bırakmayacak. Dünyanın geldiği nokta ortada. Yine de pozitif kalmaya çalışıyorum. Hala sevgiye, aşka dair şarkılar yazabiliyorum.” Jupiter 4 benim albümdeki en iyi arkadaşım oldu. O şarkıyı hayatım boyunca yanımda taşıyacağımı şimdiden biliyorum. Hepsi bu olamaz. Comeback KidSeventeenYou ShadowNo One’s Easy to LoveHandsStay… Hepsi. İçerikteki her şarkı benimle. Seninle. Buradaki Sharon Van Etten gerçek ve bu gerçekliği sonsuza dek Remind Me Tomorrow’da yaşayacak.

 

Comments are closed.