Aklımı kaçıracağım ve bu adil değil

Göz|

John Lennon sadece kırk yıl yaşadı. The Beatles’ı bir tarafa bırakın, salt Lennon hakkında çok sayıda belgesel ve vizyona yansıyan filmler var. Nowhere Boy bu portre yapımlar arasında ışıl ışıl parlıyor.

Sam Taylor-Johnson yönetmenliğindeki 2009 yapımı film kameralarını Liverpool’da sıradan insanların yaşadığı bir mahalleye çeviriyor. Hollywood yapımlarıyla adını duyuran ve sonraki süreçte de yüksek bütçeli yapımlarda yer alacak yönetmen Nowhere Boy’da ’50’ler İngilteresi’nin görkemli olmaktan uzak yaşamını sadeliği ve estetiği birleştirerek aktarıyor. Sam Taylor’ın kariyerinde bu filmin önemli olduğu muhakkak. Burada ışıkları diyaloglara ve olay örgüsünün inşasına çevirelim. Gerçek olayların film bütününe aktarımında senaryonun gücü sanılanın aksine önemlidir. Hikayenin başı, sonu, hatta ara yükselişleri bellidir. Zaten yaşanmıştır. Müdahale edemezsiniz. Ancak filmin planına göre elinizdeki gerçekleri adım adım kullanabilirsiniz. Matt Greenhalgh tüm bu aşamaları imza attığı senaryoda yaşatıyor.

“Unutmak mı? Keşke. Sevdiğin birinden nefret etmenin hiçbir anlamı yok. Yani gerçekten sevdiğin birinden. Öyle değil mi Mimi?” On yedi yaşındaki Lennon’dan kendisini büyüten teyzesine gidiyor bu cümleler. Bir mezar taşının dibinde, acısını henüz yok edemedikleri bir çürümüş bedene sahip mezar taşında hayatın ve sevginin anlamını sorguluyorlar. Sevgi hep var ve nefretle iç içe. Her zaman. Ne kadar sert biri olursan ol, kendi kendine kaldığında toprağa gömdüğün insanlar için, eşin için, ellerinde büyüyen yeğenin seninle arasına set çektiği için güçsüzleşirsin. Sevgi. Nefret. Öfke. Belki de aynı anda hepsini aynadaki suretinde görürsün. Tıpkı Mimi gibi.

Derslerini önemsemeyen ergen çoğunluğunda yer alıyor Lennon. Cinsel organını okul kapısında kız arkadaşına göstermekten çekinmeyen, porno dergisiyle müdüre yakalandığında “dergiyi geri alabilir miyim?” diye sorabilen, okuldan uzaklaştırma aldığında eve postalanmış işbu belgeyi bir güzel kül eden “sorumsuz” çoğunluktan biri. Onu bu ezik kalabalıktan ayıran bir şeyler var ama. Henüz kendisi de bunun tam olarak ne olduğunu bilmiyor. Yeteneğinin ne olduğunu ve onu nasıl ortaya çıkaracağını bilmediği dönemde yaşıyor. Herkese karşı öfkeli, ani duygu değişimleri yaşayan, akıp giden hayatı neresinden tutacağını düşünemediği günler…

Nowhere Boy bizi her şeyin başlangıcına götürüyor bir nevi. 1950’lerin ikinci yarısındayız. Elvis diye bir çocuk çıkmış dünyayı kasıp kavuruyor. Doğu Bloğu dahil radyonun ulaştığı modern dünyanın her köşesinde gençler Elvis gibi giyiniyor, saçlarını Elvis gibi şekillendiriyor ve şarkı söylerken Elvis’i taklit ediyorlar. İkinci Dünya Savaşı geride kalmış ancak geri dönüp bakıldığında hala o yıkım görülebiliyor. Savaş jenerasyonu henüz otuzlu ve kırklı yaşlarında seyrediyor. Haliyle Lennon’a eniştesi tarafından hediye edilen mızıkanın Almanya menşeli olduğu fark edilince yüzler hala kısa süreliğine asılıyor. Ancak biz savaşta değiliz. Nowhere Boy geleceğe bakıyor. Çok yakında açığa çıkacak ve tüm dünyayı etkisi altına alacak büyük enerjinin zemin katındayız. Kameranın önündeki çocuk gitar öğreniyor. Elvis gibi olmak istiyor. Lisenin tuvaletinde gizli saklı içilen sigaranın dumanı altında ilk grubu The Quarrymen’in temellerini atıyor. İlk konser sonrasında Paul ile tanışıyor. Ardından George geliyor. Ekipten birisinin askerlik durumu var. Birkaç değişiklikten sonra davulun başına kimin geçeceği hepimizin malumu. 

Nowhere Boy bir var olma hikayesi değil. Çünkü burada Lennon kayıp. Kaybolduğunun farkında değil ama farkında olsa da harekete geçeceği şüpheli. Sorumsuz bir annenin ve çok uzaklara giden bir babanın fotoğraftan kaçması sonucu teyzesinin kendisini sahiplenmesiyle ayakta kalabilen bir çocuk. Nereye ait olduğunu bilemiyor. Düşündükçe öfkeleniyor. Annesiyle yüzleşmeye çalıştıkça, geçmişe dönük düğümleri çözmekle uğraştıkça fotoğraf daha da karmaşıklaşıyor. Yüzleşmek. Ama ne ile? Olmayan bir geçmişle mi? Şu an nerede olduğunu bile bilmediğin bir baba ile mi? Anlık duyguların esiri olmuş ve asla büyüyememiş bir anne ile mi? John kendisiyle yüzleşecek kadar cesaretli olduğunu ise sonradan öğrenecek. Annesini trafik kazasında kaybediyor. Birlikte şarkılar kaydetmeye başladığı on beş yaşındaki arkadaşı Paul’a sarılıp “Üstelik tam da onu tanımaya başlamıştım” dediği anda artık büyüdüğünü hissediyor. Aslında olmadığını zannettiği duvarın geri dönülemez biçimde yıkıldığını hissedince büyüyor John. 

John Lennon rolünde karşımıza çıkan Aaron Taylor-Johnson’ın hikayeyi üstlenme ve yansıtmadaki azmi takdiri hak ediyor. Aktörün demo kayıtlarıyla stüdyo aşamasını seslendirdiği bölümlerin varlığı da anbean gerçek olayların izini kovalayan filmin üst perdeye yükselmesine yol açıyor. “Onun sigarayı nasıl tuttuğunu bile geceler boyu çalıştım” demişti bir röportajında. Aaron’ın üst kattaki odasında sahip olduğu ilk gitara bakışındaki heyecanı beni filmde en çok etkileyen sahnelerden biri oldu. 1957 yılına dönebilsek John adlı çocuk da ilk gitarına bu heyecanla bakmıştır. Bundan eminim. Aaron Taylor-Johnson için bu filmin, filmden bağımsız bir anlamı olduğunu da belirtmeliyim. Yönetmen Sam Taylor Wood ile bu yapımın sürecinde tanışıyorlar ve ikilinin birkaç sene sonra evliliğe kadar uzanacak ilişkileri Nowhere Boy hattında başlıyor. Ayrıca Mimi rolünde Kristin Scott Thomas klas performansa imza atarken Paul McCartney rolüyle Thomas Brodie-Sangster’ı kilit öneme sahip olan arkadaşlık ilişkisinin başlangıç anlarında izliyoruz.

Nowhere Boy’da bir kez bile The Beatles lafı geçmiyor. Henüz Hamburg’a bile gitmediler çünkü.  Henüz ilk albümü yayımlayacakları ve bir efsaneye dönüşecekleri günlerden çok uzaktalar. Filmde John Lennon’ın bildiğimiz John Lennon’a doğru ilerleyişindeki ilk adımları izliyoruz. Hiçbir yerde olmayan bir çocuğun sevgi ve tutkuyla çevrelenmiş acılarına ortak oluyoruz. Eğer John Lennon bu filmi izleseydi eminim çok beğenirdi.

Comments are closed.