Hikâyesinin gerçekliği kadar gerçek bir film Into the Wild. İçinden geçtiği şehirlerden siz de geçiyorsunuz. Dokunduğu insanlara siz de dokunuyorsunuz. Görüntüleri aklınıza kare kare perçinleyen filmin müziklerinde ise sonsuza dek yaşayabilirsiniz.
“Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır / Bomboş sahillerdeki coşkudadır / İnsan elinin değmediği bir yerdedir / Denizin diplerinde ve gürlemesindedir / İnsanları severim ama doğayı daha çok severim.”
Lord Byron’ın bu dizeleriyle başlıyor Into the Wild. Son sahnesine kadar da Byron’a ait bu cümlelerin izini sürüyor ve sizi ne kadar güçlü olduğuna inandırmaya çağırıyor.
Yönetmen koltuğunda Sean Penn’in bulunduğu filmin oyuncu kadrosunda Emile Hirsch, Marcia Gay Harden, Vince Vaughn, Kristen Stewart, William Hurt, Hal Holbrook gibi güçlü isimler yer alıyor.
1990’ların ilk yarısındaki Birleşik Devletler’de geçen hikayenin temelinde ise Christopher McCandless adındaki bir gencin hayatının son iki yılında yaşadıkları var.
Filmde Emile Hirsch tarafından canlandırılan McCandless üniversiteden yüksek ortalamayla yeni mezun olmuş bir genç. Etrafında dönüp duran ve kaçınılmaz olarak kendisine dayatılacağını bildiği sistemi reddediyor.
İnsanların sürekli bir şeylere sahip olarak mutlu olma arayışlarını reddediyor. Anne-babasının mezuniyet hediyesi olarak ona yeni bir araba teklif etmesini “Neden yeni bir arabaya ihtiyacım olsun ki” diyerek reddediyor.
McCandless kalabalığı, aile bağlarını, parayı, yeni bir arabayı, afili diplomayı, bir gökdelenin herhargi bir ofisinde çalışarak yaşlanmayı reddediyor.
Her reddediş başka bir yolu kabullenmektir. McCandless için bu yeni yol doğanın ta kendisi. Hedefinde ise Alaska var. Hayır, şehir olan Alaska değil. Mısır tarlasında çalıştığı yerin şefi Wayne’e ve kendisini evlat edinmek istediğini söyleyen Ron’a söylediği gibi “Alaska olan Alaska. Doğanın tam içindeki o diğer Alaska” hedefindeki yer.
Bankadaki tüm parasını bir hayır kurumuna devredip cebinde kalanları da yakıyor. Geride hiçbir iz bırakmamak için, daha açık söylemek gerekirse anne, baba ve kız kardeşine hiçbir iz bırakmamak için yol kenarında terk ettiği arabasının plakasını bile söküp yanında götürüyor. Adını değiştirip gittiği her yerde Alexander Supertramp mahlasını kullanıyor.
McCandless aslında sadece bir Alaska arayışında değil. Yalnızlık, salt kendisiyle baş başa kalabilmek, kendine yetebilmek, sadece kendiyle konuşabilmek ve benliğini hissedebilmek istiyor. Doğanın diplerine inmek bu hedefler için doğru adres. Ama kafasının içindekileri orada da hissedeceğinin, kaçtığını sandığı tüm o yaşanmışlıkları yanında götürdüğünün ve daha önemlisi tek başına bir hayatın korku vereceğinin farkında değil. Dik bir tepeye birlikte tırmandığı ve dünyayı yukarıdan izledikleri bir anda yaşlı Ron’ın McCandless’a sorduğu şu soru filmin en vurucu anıdır: “Sen neden kaçmak istiyorsun böyle?”
Anne ve babası arasında çocukluğundan beri devam eden sert kavgalardan kaçıyor McCandless. Mutluluk için paraya, arabaya, diplomaya, bir başka insana, kısacası kendi benliğinin dışındaki her şeye ihtiyaç duyanların tamamından kaçıyor. Alaska’ya kadar gidip o “Magic Bus“ın içine girene kadar tanıştığı ve dokunduğu her insanda bir şeyler bırakması, onların anılarına ortak olması bu kaçışın daha da derinlere inmesine engel olamıyor.
Karavanıyla gezgin hayatı yaşayan insanların arasında gördüğü aile sıcaklığı bile kendi ailesine “Beni merak etmeyin. Buradayım, iyiyim” diyebileceği yumuşamayı yaratmıyor onda. Bir an kardeşini aramaya çok yaklaşıyor, ancak hemen yan tarafındaki telefonda muhtemelen eşini ikna etmeye çalışan ve hayat tarafından mağlup edildiğinin farkında olan yaşlı adama veriyor jetonunu. “Hey bak gökten bir çeyreklik jeton geldi. Hadi artık lütfen konuş benimle”
Bazı filmler sizi etkiler. Bazı filmleri ise hiç unutamazsınız. Eddie Vedder imzalı vurucu müzikleriyle, gerçek hikâyesiyle, güçlü oyunculuklarıyla, zeki kurgusuyla Into the Wild hiç unutulmamayı hak eden bir film olmayı başarıyor.