Artık an meselesi olduğunu hissediyorum

Göz|

Dünyanın dibinde bir yer. The Grey’de doğanın, doğa koşullarında yaşam mücadelesinin ve pes etmekle son ana kadar ayakta kalma arasındaki o ince çizginin merkezindeyiz.

Afişten de anlaşıldığı üzere yapımın öncü ismi olan Liam Neeson’ın sürükleyici performansına değineceğim ama daha önce yönetmeni belirtelim. Sacramento doğumlu Joe Carnahan senaryosuna da ortak olduğu The Grey’de kamerayı ve her bir sesi izleyicinin tanıklığı adına direkt kullanıyor. Suyun altındaki birini suyun altında, kurdun ağzındaki birini kurdun ağzında hissediyoruz. Kar fırtınasının şiddetinde ya da uçurumunun derinliğine giden yolda tam olarak oradayız. Neeson’a ek olarak Frank Grillo, Dermot Mulroney ve Dallas Roberts gibi isimlerin rol aldığı filmde Carnahan senaryonun zayıf kaldığı anları zeki dokunuşlarla dengeliyor. 

John Ottway (Liam Neeson) Alaska’daki bir petrol şirketinde güvenlik görevlisi olarak çalışmaktadır. Bulunduğu yer terk edilmişliğin başkentidir sanki. İntihar edemeyeceğin kadar yalnız olduğun bir şehir. Ottway ölümün geldiği andaki sıcaklığı bilecek kadar yaşamıştır. Hayatın makine dairesinde nefes alan insanlarla etrafının sarıldığını çözümlemesinin üzerinden uzunca bir vakit geçmiştir geçmesine, ama pişmanlık çok eski bir dosttur onun için. “Neden buradayım?” sorusunu sorar, cevapla ilgilenmez. Çünkü artık buradadır ve kaçınılmaz finali beklemektedir: “Artık an meselesi olduğunu hissediyorum.”

Mevcut hayatından ruhuna bahsetmeye çekinen, gerçeklerin aynalardaki yansımasına makyajlı açılardan bakmaktan utanan insanlar gibi olmamayı çözümlemiştir Ottway. Mesaisini tamamlayıp birkaç kadeh içki yuvarlamak için bar taburesine oturduğunda kimsenin sohbetine ortak olmaz. Kavganın ortasında sakindir. İçine kapanıklık değildir bu, bilakis yazdığı mektupta koyu bir sohbete de girmektedir. Yine de etrafıyla arasına duvarlar örmekten geri durmaz. Karşısındaki barmenle konuşmaktansa, barın dışına bir çırpıda çıkıp, silahını kafasına dayamayı tercih eder örneğin. Mesai saatlerindeki görevini ifşa ederken ise kusursuzdur. Petrol şirketinde çalışanları vahşi kurtlardan koruma işlevini soğuk kanlılıkla yerine getirir: Pusuya yat, hareketleri iyi takip et, nefesini tut ve ateş.

Eve dönüş yolculuğunda meydana gelen bir kaza ise Alaska’nın soğuk mu soğuk coğrafyasının ıssız bir noktasında gözlerini açmasına sebep oluyor. Hem Ottway, hem de kazadan sağ olarak kurtulan bir avuç işçi kendilerini amansız bir hayatta kalma mücadelesinin içinde buluyorlar. Kazadan önce şantiye sahasında yaşarken neredeyse her gece intiharı deneyen Ottway bu kez ise ölmemek için büyük çaba harcayacak ve hem açlıkla, hem soğukla hem de kurtlarla amansız bir mücadeleye girişiyor. Aslında burada bir çelişki yok. “Son ana kadar seni hayatta tutacak şeylere sarıl.” Güzel söz. Öyle de yapıyor kahramanımız.

Kurt saldırıları artıyor, ölüm ağır basıyor, ekipte sayılar gitgide azalıyor. Ama her koşulda onlar için nefes almayı sürdürmek esas hedef haline geliyor. Ottwway ile birlikte babasının bir şiirini sık sık hatırlıyoruz. Ölüm ve yaşam arasındaki çizgiye vurgu yapan dörtlük. Kana susamış vahşi kurtlar tarafından çembere alınıyorlar. İşçilerinin tümünün birer hikayesi, ailesi, gerçekleri var. Uzaklardan kurt ulumaları duyulurken ekip birbirini tanıyor, acıyı paylaşıyor ve akıl almaz zorluklara başa çıkmaya çalışıyor.

Carnahan 2012 yapımı The Grey’in temasını Ian MacKenzie Jeffers’ın Ghost Walker isimli kısa öyküsünden başlatıyor ve yine Jeffers’ın kaleminden bu kısa öyküyü temelinden ayırmadan senaryolaştırıyor. Filmle ilgili bir diğer dikkat çekici nokta ise kullanılan müzik parçalarının, hikayeyi anlatmada, karakterlerin hislerini kalın harflerle belirtmede birer yardımcı unsur rolünü yüklenmesi oluyor. Marc Streitenfeld imzalı şarkılar kullanıldığı hemen her sahnede salt bir gerilim, aksiyon ya da dram katmıyor, izleyene o sahneye bizzat dahil olmanın yolunu açıyor. Müziğin sinemada doğru kullanıldığında ne kadar güçlü bir araç olabileceğine çok iyi bir örnek The Grey. Ottway’in babasından bahsettiği birkaç dakika ve o birkaç dakikayı çevreleyen müzik filmin benim açımdan zirvesini simgeliyor.

Son bir kaç cümle de yine Liam Neeson için. Atilla Dorsay onun için her rolün hakkını veren büyük bir oyuncu” der. Schindler’s List filmiyle Akademi Ödülleri’nin deyim yerindeyse kapısından dönen İrlandalı aktör, bu filmde de ne denli büyük bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Son yıllarda Hollywood’un aranan aksiyon kahramanı oldu. Neeson’ın gişe hedefli bu projeleri geri çevirmemesini onun adına maddi yönden kazançlı olmasıyla değerlendirebiliriz. Zararı yok, çünkü kariyeri ve oyunculuğu kurşun geçirmez nitelikte. The Grey, Neeson’ın filmografisindeki en iyi filmlerden değil ama yapım içerisine serpiştirilmiş vurucu hikayelerle adım adım güçleniyor. En önemlisi anlattığı hikaye size dokunuyor. 

Comments are closed.