Bana Nico Deme

Göz|

1986 yılında Manchester’da bir takside Alman bir şarkıcı yeni menajeri Richard’a öfkeyle bağırıyor: “Bana Nico deme! Benim adım Christa.

Birçok kişinin ’60’ların güzel modellerinden biri ve Andy Warhol ve Lou Reed’in grubu The Velvet Underground grubunun bir üyesi olarak tanıdığı Nico bundan çok daha fazlası. Bu sene Venedik Film Festivali’nin Ufuklar Bölümü’nün açılış filmi olarak gösterilen ve ülkemizde de Filmekimi kapsamında vizyona giren Nico, 1988 efsane şarkıcının The Velvet Underground döneminden çok sonrasını, ölümünden önceki birkaç yılını anlatıyor.

Filmde bir zamanlar New York’un en havalı çevresinde her gün LSD alıp partiden partiye koşan sarışın “it-girl” Nico’dan eser yok. 1980’lerdeki Nico esmer, salaş, yemeğe düşkün ve eroin bağımlısı bir kadın. Artık yaşlandığını hissediyor ve sık sık hastanedeki oğlu Ari’yi düşünüyor. Ari, Nico’nun zamanında birlikte olduğu Fransız oyuncu Alain Delon’un reddettiği oğlu. İntihar girişiminde bulunduğu için hastanede tedavi gören Ari babaannesi tarafından yetiştirilmiş. Oyuncu Sandor Funtek, Nico’ya göre güzelliğini babasından alan Ari’nin hakkını veriyor.

Nico, Ari bebekken çok genç olduğu için ona bakamadığını itiraf ederken perdede o günlerden belli belirsiz flashbackler görüyoruz. İtalyan yönetmen Susanna Nicchiarelli, Nico’nun o süperstar günlerinin aksine neredeyse oğlu dışında hiçbir şeyi umursamadığı son günlerine odaklanmayı tercih etmiş. Seyirci olarak biz de “Zirveyi de gördüm dibi de. İkisi de bomboş.” diyen Nico ve ona platonik aşk besleyen İngiliz menajeri Richard’ın peşine takılıp sanatçının Avrupa turnesine eşlik ediyoruz. Bu turnede Nico’nun bazı tuhaflıklarına şahit oluyoruz. Menajeri dışında tahammül edemediği Yahudilere karşı tutumu, komünist Çekoslavakya’da herkesin içinde “Bana eroin bulun” diye bağırışı, gittiği her yere kocaman bir kayıt cihazı götürüp değişik sesler kaydetmesi gibi.

Film boyunca Nico özel bir ses arıyor. Verdiği bir radyo röportajında bunun ne sesi olduğunu anlıyoruz: Yenilginin sesi. İkinci Dünya Savaşı sırasında çocukken uzaktan izlediği ateş içinde yanan Berlin’in rüzgarla kulağına getirdiği sesini arıyor. Bunu anlattığı sahne benim için filmin en etkileyici sahnelerinden biri. Hep güçlü tarafını gördüğümüz Nico’nun kırılgan tarafını keşfedip etkilenmemek elde değil. Sahnede herkese küfür edip avazı çıktığı kadar bağırdıktan sonra neden kumsala gelip dalgaların sesini kaydediyor sorusuna tokat gibi bir cevap. Çünkü çocukluğuna dönmek istiyor. Berlin’in yanması onun için unutmak değil geri dönmek istediği bir anı. Bu anıya da bir ses sayesinde kavuşacağını düşünmesi Nico’nun ne kadar özel bir müzikal ruha sahip olduğunu gösteriyor.

Danimarkalı oyuncu Trine Dyrholm bu ruhu çok iyi yaşıyor ve yansıtıyor. Şarkıcının Nibelungen ve My Heart is Empty gibi şarkılarını Nico’nun yer yer duygu seline boğan klasikleşmiş düz vokalini başarıyla taklit eden Dyrholm’den dinliyoruz. Amatör gotik rock grubuyla o ülke senin bu ülke benim dolaşırken en dibi de görüyorlar. Bir gece arabanın radyosunda çalan Big In Japan eşliğinde yolda giderken bir ölülere saygı töreni görüyorlar. Fakat sonra bunun uyuşturucu etkisindeki Nico’nun hayal gücü olduğunu anlıyoruz. Neşeli müziğe rağmen sahne çok daha hüzünlü ve şarkının sözleri çok daha anlamlı hâle geliyor.

Şarkıyı filmin sonunda jenerik akarken Dyrholm’un sesinden bir kez daha dinlediğimizde de hissettiğimiz şey bu: hüzün. Ama beraberinde acıma hissi yok. Yaşadığı bütün travmalara rağmen güçlü kalmayı başarıp kendi yolundan gitmiş özel ve yetenekli bir insana saygı duruşu var.

Comments are closed.