Sting ortalama bir rock starın hayat hikayesine sahip değil. Sahnede düşüp bayılmalar, uyuşturucu maddenin pençesine düşmek gibi artık sıradanlaşmış olaylar onun hikayesinde yok. Müzik kariyerinde kırk yılı geride bırakmasına rağmen hala müzikseverleri ve müzik eleştirmenlerini icra ettiği müzik ile şaşırtmaya devam ediyor. (Yazı: Mert Uzbay)
Annesi kuaför, babası ise çiftçi ve mühendis olan Gordon Matthew Thomas Sumner’in hikayesi 2 Ekim ’51 tarihinde İngiltere’de dünyaya gözlerini açmasıyla başladı. Wallsend tersanelerinin yakınlarında büyüdü ve olgunlaşma evresini o bölgede tamamladı. Bu bölge kendisine ve müziğine büyük ilham verdi. Daha sekiz yaşındayken hayat standartlarını nasıl genişletebileceğini ve şöhreti nasıl yakalayabileceğini tasarlamaya başladı.
Bundaki en büyük etken ise bulunduğu bölgeyi ziyaret eden İngiltere kraliçesinin Rolls-Royce’undan ona el sallaması oldu. Ana motivasyonu her ne kadar müzik yapıp Rolls-Royce’dan el sallamak olmasa da bu durumun onu etkilediği gerçeğini göz ardı edemeyiz.
Belli bir süre baba mesleğine yardımcı oldu. Bir gün babasının arkadaşının evde bıraktığı eski püskü bir İspanyol gitarıyla tanıştı. Böylelikle müziğe olan ilk adımı bu şekilde atmış oldu. Ailesine bağımlı bir şekilde yaşamaya devam edip bu kuzey şehrinde kalmaya devam ederse şöhreti yakalayamayacağını fark eden Sting hem ailesinden hem de doğup büyüdüğü şehirden uzaklaşmaya karar verdi. Warwick Üniversitesi’nde öğretmenlik eğitimini bitirmeden önce para kazanabilmek için kısa bir süre inşaatlarda da çalıştı.
Gündüzleri inşaat işlerinde çalışan Sting geceleri ise lokal jazz barlarda sahne almaya başladı. Sahneye çıkarken giydiği çizgili ve arı desenine benzer tişörtler yüzünden de diğer müzisyen arkadaşları ona “Sting” diye seslenmeye başladı. Öğretmenlik mesleğini eline aldıktan sonra inşaatlarda çalışmayı bıraktı ve gündüz inşaat gece konser vermek olan yaşam döngüsü gündüz özel ders verip, gece de konser vermeye dönüştü. İlk etapta jazz barlarda olan performanslarını daha sonra punk sahnesine taşıdı. Bu durumda şüphesiz bir parçası olduğı Last Exit grubunun soundunun da büyük payı vardı. 1976 senesinde Frances Tomelty ile evlendi ve Londra’ya taşındı.
Londra’nın müzisyenin hayatındaki etkisi oldukça büyük çünkü bu şehirde Stuart Copeland ve Andy Summers ile tanıştı ve ortaya rock efsanelerinden biri olan The Police çıktı. Üçlünün aynı zamanda ilginç müzikal geçmişleri de vardı. Gitarist Summers’ın ’60’lı yılların ortasına dayanan bir kariyeri varken Copeland eski bir progressive rock temsilcisiydi. Sting’in sound geçmişi ise geleneksel jazz ve fusion türünden oluşuyordu. Bu üç sound birbiriyle bağımsız ve alakasız gibi görünse de The Police ortaya benzersiz bir müzik ortaya çıkardı.
1978 yılında ilk albümleri olan Outlandos d’Amour’u yayımladılar. Bu albüm müzik tarihine üç büyük hit parça hediye etti: Roxanne, Can’t Stand Losing You ve So Lonely. Grup 1979 yılının Ekim ayında Reggatta de Blanc albümünü yayımlayarak vites yükseltti. Reggatta de Blanc’tan çıkan ilk tekli Message in a Bottle listelerde bir numaraya yükseldi. Bunun hemen ardından Walking on the Moon ile yine birinci sırayı gören Sting ve arkadaşları Reggatta de Blanc ile isimlerini altın harflerle müzik sahnesine kazıdılar.
Grupla birlikte elde etmiş olduğu bütün başarılara rağmen 1986 yılında kariyerine solo devam etmeye karar verdi Sting ve kendi tabiriyle dünyanın en büyük grubunu bıraktı. Bu ayrılık 2007 yılının Grammy Ödülleri’ne kadar devam etti.
Sting ilk solo albümü olan The Dream of the Blue Turtles’da da müzikal çok yönlülüğünü gösterdi. Bu albümde jazz müzisyeni Branford Marsalis ile beraber çalıştı. Albüm büyük bir başarıya ulaştı ve bünyesinden The Dream of the Blue Turtles ve Fortress Around Your Heart hitlerini çıkardı. Sting bir sonraki albümü olan Nothing like the Sun’da ise Andy Sumners ve Eric Clapton ile beraber çalıştı. Bu albüm de büyük bir başarıya imza atarak bünyesinden Fragile, We’ll Be Together, Englishman in New York hitlerini çıkardı.
1990’lı yıllara geldiğimizde Sting dört albüm çıkardı. Babasını yakın zamanda kaybetmiş olmanın üzüntüsünü yansıtan ve önceki işlerine göre daha karanlık olan 1991 çıkışlı The Soul Cages ile beklediği başarıyı yakalayamadı. Takvimler 1993 yılını gösterdiğinde ise Ten Summoner’s Tales albümünü yayımladı ve bu albümü üç milyon kopyadan fazla sattı.
If I Ever Lose My Faith in You parçasıyla Grammy ödülünü kazandı. Sting 1999 yılında Brand New Day ismiyle yayımladığı albümüyle deyim yerindeyse müzik piyasalarını salladı. Bugün kalbur üstü bir pop & rock dinleyicisinin nerede duysa tanıyacağı Desert Rose da bu albümde yer alıyor. Bu albüm Sting’e tekrar Grammy Ödülü kazandırdı.
Sanata dair olan yaratımlarını müzikle kısıtlamayan Sting 1970’li ve 1980’li yıllarda aralarında Dune, Quadrophenia ve Julia Julia olan çok sayıda filmde rol aldı. Sosyal ve insani problemlere de değinen ve bunlar için çözüm üretmek için çalışan Sting, 1985 yılında Etiyopya’daki kıtlık problemi için Live Aid isimli bir yardım konseri düzenledi. Bununla da yetinmeyerek 1986 ve 1988’de Uluslararası Af Örgütü İnsan Hakları konserlerinde sahne aldı.
Sting başarılarla dolu kariyerinde dinleyicisini hep şaşırttı ve şaşırtmaya da devam ediyor. Biz müzikseverlere ise bu müzikal mirasın tadını çıkarmak kalıyor…