Coldplay hayatımın hiçbir döneminde listelerimde olmadı. Biraz fazla pop bir grup ve bende hiçbir zaman yer etmedi. Ama buna rağmen grubun vokali Chris Martin’e daima ilginç bir şekilde sempatiyle yaklaşmışımdır. Belki de çok yakışıklı olduğu için, bilmiyorum. Ama hayatını incelediğimde ona karşı sempatimin belirgin bir şekilde arttığını şimdiden söylemeliyim.
Chris gerçek bir köklü geleneksel İngiliz ailesine doğmuş. Exeter, Devon’da yaşayan ailesi oranın en eskilerinden. Hatta dedesi bu yerleşimin eski belediye başkanlarından biri. Karavan sattıkları aile şirketlerinin adı bile Martins of Exeter, yani Exeterlı Martinler. Chris’in babası yıllarca bu şirketin muhasebesini, hesabını kitabını tutmuş. Annesi de müzik öğretmeniymiş. Yaz saati fikrini geliştiren ve politikacılara kabul ettiren William Willet, büyük büyük dedelerinden biriymiş. Tabii ki bu klasik İngiliz ailesine yakışır şekilde Chris’i Hogwarts gibi görünen bir erkek okuluna görndermişler. Chris sonradan Coldplay’in menajeri olacak Phil Harvey ile burada tanışmış.
University College London’da Antik Dünya Çalışmaları okuyan Chris, gerçek bir asil olarak Yunanca ve Latince’de onur ödülüyle okuldan mezun olmuş. Bu dereceleri yapmakla meşgulken burnunu yurt odasından dışarı çıkarmadı zannetmeyin. Birçok arkadaşı Chris’in okul partilerinin aranan yüzü olduğunu söylüyor. Coldplay’in gitaristi Jonny Buckland ile belki bu partilerin birinde tanışıyorlar. Guy Berryman ve Will Champion ile sonradan Coldplay olacak Pectoralz’ı kurup birlikte müzik yapmaya başlıyorlar. Chris’in hep söylediği bir şey var: “Eğer Travis diye bir grup olmasaydı Coldplay de olmazdı.” Nitekim Travis solisti Fran ile sonradan tanışıp arkadaş olan Chris’in ona olan fiziksel benzerliği de şaşırtıcı. Bence gayet ayırt edilebiliyorlar ama Fran birçok insanın yıllardır onu durdurup “Chris seni çok seviyorum bir fotoğraf çekilebilir miyiz” dediğini anlatıyor.
Grup ilk albümleri Parachutes’u 2000 yılında Parlophone Records etiketiyle yayımladı. Son derece yakışıklı bir frontman ve epey tatlı şarkı sözleri ile her ebeveynin çocuğunun en sevdiği grup olmasını isteyeceği bir imajla Coldplay resmen dünyaya geldi. Aynı yıl albümdeki Yellow tüm dünyada bir fenomene dönüştü. Bir sonraki albümleri A Rush of the Blood to the Head ise onların daha sağlam bir sound yakaladığı ve politik açılımlar yaptığı bir albümdü oldu. Benim de Coldplay’le tanıştığım albüm olan X&Y hem oldukça pop hem de çok sağlam rock soundlarıyla dinleyicisini sevindiren bir albümdü. Coldplay biraz “Sanat toplum içindir” kafasında bir grup.
Hatta yine bir gün Fran’le Londra’da karşılaştıklarında şöyle demiş Chris ona: “Fran artık müziğimizi milyonlar dinliyor, milyonlarca insan için müzik yapıyoruz, çok fazla çalışmamız lazım.” Bu baskıyı ve sorumluluğu anlamak zor değil, ama Coldplay albümlerini sırayla dinlediğinizde gerçekten büyüyen bir kitle için müzik büyüttükleri hissediliyor. Gitgide güçlenen ama merkez bir sound, gitgide daha az politik, hangi araba reklamına koysanız olacak lezzette ve gazda şarkılar. Ben de çoğunuz gibi bilinmeyeni keşfetmek, fark edilmeyeni ortaya çıkarmak, herkesin sevdiğine burun kıvırmak gibi ortalamanın üstünde bir müzik dinleyicisinin sahip oluğu egosal durumlardan muzdaribim.
İşte böyle bir güdüyle Coldplay’i gözden geçirdiğinizde eleğinizde 2008 albümü Viva la Vida’dan bir şeyler kalıyor. Bu albümde müzikal olarak Coldplay tarihinde en üst noktaya ulaşıyor. Rüyadan bir sounda yer yer çok sevdikleri elektronik düzenlemeleri ekliyorlar, yer yer sıkı bir rock gitar işin içine giriyor. Sadece müzik değil, bu albüm çerçevesinde geliştirdikleri konsept, hikaye, kapak çalışmaları birbirleriyle bütünleşiyor ve çok başarılı. Viva la Vida’ya Anton Corbijn’in çektiği alternatif videoyu izlemenizi şiddetle öneririm. Depeche Mode’un Enjoy the Silence klibine saygı duruşu niteliğindeki bu klipte kral Chris’i İngiltere kırsallarında dolaşırken izlemek gerçekten keyifli. Çok sanatsal bir iş.
Bu albüm sonrasındaki merkez sound ise beni gerçekten hiç çekmiyor. Chris’in Avicii ile yaptığı işbirliği benzeri, en az son üç Coldplay albümü kadar popülerite odaklı solo işlerini de hiç sevmiyorum. Travis mesela demin de bahsettiğim gibi, Chris’in de Coldplay’in de en büyük ilham kaynaklarından. Ama Travis müzikalitesini daima popülaritesinin önünde tutmuş niş bir grup. Chris’in diğer ilham kaynakları hepimizin sevgilisi Radiohead, The Verve gibi klasikler. Ama kız pop grubu Girls Aloud’un, bir zamanlar Robbie Williams’ın da üyesi olduğu erkek pop grubu Take That’in büyük hayranı olduğunu da gizlemiyor. Şaşırtıcı değil, Coldplay’in müziğinde pop ögeler epey önde.
Chris Martin’den söz ediyorsak dünyaya göstermekten imtina etmediği politik duruşundan da bahsetmek gerek. Müzikal olarak da politik olarak da U2 solisti Bono’nun ona ilham verdiğinden sık sık bahseden Chris iflah olmaz bir demokrat. Amerika’da yaşadığı sürece tüm seçim dönemlerinde şarkılarıyla ve kamuoyu açıklamalarıyla Demokrat Parti adaylarını açıkça desteklemişti. Bunun yanı sıra büyük bir hayırsever ve iyilik elçisi olan müzisyen dünyanın birçok yerine gidip, adil ticaret konusunda uluslararası iş yapma biçimlerinin ve çalışma koşullarının tartışılmasına ön ayak olmuştu. Bu liste çok uzun, ama siz tüm kitlesel ve coğrafyasına özgü sosyal sorumluluklar içinde Chris’in de olduğunu düşünebilirsiniz. İnanıyorum ki bunu 40% titizlikle inşa ettiği imajı için yapıyorsa 60% vicdanen yapıyordur.
Bu adamla ilgili en sevdiğim şey kendini çok da ciddiye almaması olabilir. Birçok kadın için tam anlamıyla harika birleşim olan Chris, bu zehirli cazibesinden istifade ediyor gibi görünmüyor. Konserin sonunda mesela “Şimdi gidip biraz kokain çekmemiz lazım” deyip kendini saçma durumlara düşürebiliyor. Bence bunu biraz o kadar da cici çocuk olmadığını göstermek için yapıyor. Sahne arkasına gidip kokainini çekiyor belki ama anne babalar kızının onun gibi biriyle evlenmesini hayal etmeye devam ediyor. Nitekim Holywood’un en havalı ve güzel kadınlarından Gwyneth Paltrow, üç çocukları ve güzellik timsali aileleri ile dünyaya muhteşem bir görüntü vermiş, uzun süre tüm dünyada örnek çift olarak gösterilmişlerdi. Sonrasında ise medeni bir şekilde ayrılıp yeni sevgilileriyle hep birlikte akşam yemeklerine çıkan ve “Biz birlikte olmak için yaratıldık ve ilişkimiz daima sürecek, sadece başkalarıyla daha mutluyuz” diyerek bizlere medeniyet dersi vermeye devam ediyorlar.
Chris Martin hayatı boyunca hep avantajlı grupların içinde olmuş. Köklü, eğitimli, başarılı bir İngiliz aileye doğmuş. Çok iyi bir eğitim almış, çok yakışıklı, duygusal. Bu yüzden aile şirketinin bir parçası olup İngiltere kırsalında lükslerle dolu, zengin bir hayat yaşamak yerine müzisyen olmayı seçen bu adama içtenlikle saygı duyuyorum. Paranın, kızların, istediği her şeyi kolaylıkla elde etmenin sarhoşluğuna kapılıp kendi için yaşamak yerine yüzlerce sosyal sorumluluk projesi içinde olduğu, gerekirse dünyanın öbür ucuna gidip konuşulmayanı gündeme taşıdığı için de, tüm bunlar bir pazarlama stratejisi olsa dahi, gıpta ediyorum.