Karanlık gölgeler, varoluşsal sancılar, dedektifler, femme-fatale’ler… İkinci Dünya Savaşı sonrası sinemanın en popüler türlerinden biri olan film-noir, hâlâ seyirciyi heyecanlandırmaya ve pek çok yeni filme ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bu yazıda film-noir türünün köklerine ve örneklerine kapsamlı bir bakış atacağız.
Film-noir, ikinci dünya savaşı sonrasında dünya sinemasına hâkim olan karamsar suç filmlerini tanımlayan Fransızca kavramdır. Terim Türkçede kara film olarak da anılır. Sisli ve karanlık atmosferi, bunalımlı karakterleri ve entrikalarla örülü suç öyküleriyle kara film isminin hakkını veren filmlerdir bunlar. Amerikan sinema sektörünün fabrikası olan Hollywood’un başlarda ikinci sınıf filmler olarak ürettiği bu suç temalı filmler, 1940’lı ve 50’li yıllara damgasını vuracak bir tür hâline gelecektir. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği, atom bombalarının atıldığı, toplama kamplarında insanlık suçlarının işlendiği bir dönem olan İkinci Dünya Savaşının ardından sinemanın kara filmin karanlık ve sisli dünyasına yol alması çok da şaşılacak bir şey olmasa gerek.
Nazi işgali altında olduğu süre boyunca Amerikan filmlerinden mahrum kalan Fransa, 1945 yılında yeniden Amerikan filmleriyle buluştuğunda filmlerdeki bariz karamsarlaşmayı fark eder. Film-noir terimi o dönem bu filmler hakkında yazan Fransız film eleştirmenleri tarafından ortaya atılır. Bu filmler zamanında çok popüler olsa da “film-noir” kavramı o zaman film çevreleri dışında pek de yaygınlaşmamıştır. Ancak 1980’li yıllarda film-noir etkilerinin kendini gösterdiği “neo-noir” denen alt türün ortaya çıkmasıyla kavram bilinirlik kazanır. Amerikalı sinemacıların çok önem vermediği ve genellikle “B film” olarak gördüğü film-noir türündeki filmler, yeni bir Fransız yönetmen nesli için ilham kaynağı oluşturur ve günümüzde de pek çok filmde etkilerini göstermeye devam etmektedir.
Film-noir türünün kökleri pek çok farklı sanat dalı ve akımına dayandırılır. Suç ve dedektif temalı romanlar, Emile Zola ve Ernest Hemingway gibi yazarların natüralist eserleri, Alman sinemasındaki ekspresyonist filmler gibi değişik sanatsal yapıtların film-noir türünün oluşumunu etkilediği öne sürülmektedir. Hollywood’da film-noir türünün önemli örneklerini veren yönetmenlerin bir kısmının Avrupa’dan gelmiş olması, elbette Avrupa’daki sinema akımlarının etkilerini Amerika’ya taşımıştır. 1941 yılında gösterime giren The Maltese Falcon, film-noir türünün ilk örneği sayılmaktadır. Bir roman uyarlaması olan film, senarist ve yönetmeni John Huston’un ilk filmidir. Film, bir suç öyküsünün içine yerleştirilmiş dedektif ve femme-fatale karakterleri ile film-noir türünün temel özelliklerini yansıtan ilk olgun örneklerden biridir. İlerleyen yıllarda daha gelişkin örnekler veren film-noir türünden sevdiğim birkaç önemli filmi sizler için listeledim.
1/ Scarlet Street (Lang, 1945)
Avusturyalı yönetmen Fritz Lang’ın 1945 yılında gösterilen filmi Scarlet Street, film-noir türünün en önemli karakteristiklerinden femme-fatale karakterlerin bariz örneklerinden birine hayat vermiştir. Fransız bir yazarın romanından uyarlanan film, hayatından pek memnun olmayan orta yaşlı amatör bir ressam ve onun tablolarını çalan bir kadının öyküsünü anlatır. Kitty (Joan Bennett) ve sevgilisi Johnny (Dan Duryea) birlik olup zengin bir ressam olduğunu zannettikleri Chris’in (Edward G. Robinson) tablolarını Kitty çizmiş gibi satmaya başlar. Evli bir adam olan Chris’i baştan çıkaran Kitty adamı para uğruna kullanır. Film-noir türünde önemli bir yere sahip olan kader ve tesadüfler, baş karakter Chris’i hak etmediği kötü durumlara sürükler.
Scarlet Street konusu itibariyle film-noir için güzel bir örnek olmakla beraber stil açısından da film-noir türünün özelliklerine sadıktır. Alman sinemasının etkilerini Hollywood’daki filmlerine de yansıtan Fritz Lang, bu filminde kullandığı karanlık ve gölgeli atmosferle 1920’lerin ekspresyonist filmlerini anımsatırken Hollywood teknikleriyle de filmin Amerikan standartlarına uymasını sağlar. Tüm karakterlerin farkında olmadan birbirinin kötü sonunu hazırladığı, yalan aşklar ve kandırmacalarla dolu Scarlet Street türünün güzel örneklerinden biri olarak sinema tarihinde yerini alıyor.
2/ Mildred Pierce (Curtiz, 1945)
Mildred Pierce, kitapları daha önce pek çok film-noir türündeki filme ilham olmuş James M. Cain’in 1941 yılında yayımlanan aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştır. Dönemin en büyük yıldızlarından Joan Crawford’a ilk ve tek Akademi Ödülünü kazandıran film, melodram ve film-noir türlerinin dengeli birleşimiyle kendine has bir yerde durur. Filmin anlatısı, orta-alt sınıf bir hayat süren iki çocuklu Mildred’in eşinden ayrılıp kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmasına odaklanır. Hiçbir şeyle memnun olmayıp daima daha fazlasını isteyen açgözlü kızı Veda’nın mutluluğunu satın alabilmek için durmadan çalışan Mildred, sonunda kendi restoran zincirini kurar fakat elde ettiği maddî zenginlik hayatında her şeyin yolunda gitmesini sağlamaz. Küçük kızı bir hastalık neticesinde ölür, büyük kızı Veda ise annesine olan nefretinden ötürü kaçıp gider. Mildred kızını bir şekilde geri kazanmaya çalışsa da sonunda Veda annesinin sevgilisiyle birlikte olur ve adamın annesini de kendisini de aslında aptal yerine koyduğunu fark ettiğinde adamı bir tabancayla vurarak öldürür. Veda için hâlâ her şeyi yapmaya hazır olan Mildred ise kızının bu suçunu üstlenmeye çalışır.
Film, Mildred’in intihar etmek üzere bir köprüye doğru ilerlediği sahneyle açılır. Filmin büyük çoğunluğu Mildred’in cinayetin gerçekleştiği gece olayları anlatırken yaşadığı flashback’lerdir. Olayların kronolojik bir sıralamaya tabi olmayışı ve sondan başa doğru ilerleyişi filmi ilginç kılan bir diğer özelliktir. Hollywood’un kadın filmlerinin temel konuları olan boşanma, aldatılma, sorunlu anne-kız ilişkileri gibi melodramatik temalar filmin teknik yaklaşımı ve Joan Crawford’ın muazzam performansıyla birleşince başarılı bir film-noir örneğine dönüşür. Dünya çapında büyük bir kültürel etki yaratan film, 1984 yılında Osman Seden tarafından Nefret adıyla Türk sinemasına da adapte edilir. Anne Blyth’in Veda’sını Hülya Avşar, Joan Crawford’ın Mildred rolünü ise Fatma Girik canlandırır.
3/ The Naked Kiss (Fuller, 1964)
Kara film 60’lı yıllarda popülaritesini yavaş yavaş yitirmeye başlasa da bu dönemde de sinema tarihine güzel örnekler kazandırmıştır. Samuel Fuller’in 1964 yapımı The Naked Kiss filmi, bunlardan biridir. Film, kasabaya yeni gelen bir hayat kadının yaşantısına odaklanır. Yapmakta olduğu işi bırakıp engelli çocukların bakıldığı bir hastanede hemşire olmaya karar veren Kelly (Constance Towers), kasabanın zenginlerinden Grant (Michael Dante) ile aşk yaşamaya başlar. Grant’in yakın arkadaşı polis Griff (Anthony Eisley) Kelly’den hiç hoşlanmamasına rağmen sonunda Kelly onunla da anlaşmayı başarır ve Grant’le evlenmeye karar verirler. Evlenmelerine yakın Kelly, Grant’i küçük bir kız çocuğunu taciz ederken yakalar ve o sırada adamı öldürür. Bir anda suçlu hâline gelen Kelly hem masumiyetini kanıtlamaya hem de Grant’in tacizci olduğuna kasabayı inandırmaya çalışır.
Günümüzden bakıldığında da maalesef hâlâ geçerli konulara karşı eleştirel bir bakış sunan The Naked Kiss, kara filmin suç ve dedektiflik öyküsünü cinayet yerine çocuk tacizi olarak uyarlar ve toplumun kadınlara bakışı, zenginlerin imtiyazları, yönetim aygıtlarının kötüye kullanılması, pedofili gibi birçok toplumsal soruna parmak basar. Hollywood’un hâlâ son derece muhafazakâr olduğu bir dönemde bunu yapabilmiş olması ise filmi ayrıca güzel kılıyor. Taciz ve fuhuş gibi grafik konuları Hollywod’un üretim kodlarına takılmadan işlemeyi başaran The Naked Kiss, neo-noir türünün önemli örnekleri arasında yerini alıyor.
4/ Port of Shadows (Carné, 1938)
Fransız şiirsel gerçekçiliğinin önemli örneklerinden olan Port of Shadows, yalnızca tek bir janrın içerisinde ele alınabilecek bir film olmaktan uzak. Marcel Carné’nin 1938 yapımı bu filmi tarihsel kronolojide film-noir türünün yükselişe geçtiği savaş sonrası dönemin öncesine denk gelse de yüksek oranda noir elementleri içeren ve pek çok ünlü film-noir örneğiyle benzerlikler gösteren bir film. Port of Shadows, film-noir türünün gelişim aşamasına konumlandırabileceğimiz bir geçiş dönemi ürünü olarak da düşünülebilir. Bir asker kaçağı olan Jean’ın (Jean Gabin) küçük bir liman kasabasına gelişiyle başlıyor film. Orada Jean’ın yolu üvey babasından kaçan Nelly (Michele Morgan), üvey baba Zabel (Michel Simon) ve gangster Lucien (Pierre Brasseur) ile kesişiyor ve tüm karakterler birbirlerine adeta kaderin ağları ile bağlanıyor.
Kara filmin loş ve sisli atmosferi, adıyla özdeş bu filmde hemen göze çarpıyor. Yalnız bir asker kaçağı olan Jean da noir kalıplarına oturan bir baş karakter. Silahlar, kavgalar, gangsterler ve filmdeki tüm erkekleri bir noktada kendine aşık eden “tehlikeli” kadın karakter ile noir severlerin hemen büyüsüne kapılabileceği bir film Port of Shadows. Kara film elementlerinin şiirsel gerçeklikle buluştuğu Port of Shadows, savaş öncesi dönemin ruhuyla daha olgun noir filmlerine ışık tutuyor. Kara filme dair fazlaca Amerikan sineması örneği izledikten sonra türe karşı farklı bir bakış açısı sunmasından dolayı da Avrupa sinemasından bir örnek izlemek keyifli olacaktır.
5/ Whatever Happened to Baby Jane (Aldrich, 1962)
Klasik Hollywood’un iki dev ismi ve ezeli rakipleri Joan Crawford ve Bette Davis’i buluşturan bu büyük prodüksiyon, kara filmin biraz daha geç örneklerinden olsa da türün ikonlaşmış filmlerinden biri. Henry Farrell’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmin yönetmenliğini Robert Aldrich üstleniyor. Birbirinden nefret eden orta yaşlı iki kız kardeşin hikâyesini anlatan film, psikolojik problemleri olan Jane’in kötürüm kardeşi Blanche’i öldürmesine doğru evrilen bir süreci ele alıyor. Film kimi zaman korku ve gerilim gibi türlere de yakınlaşırken neo-noir özelliklerini de koruyor. Özellikle film-noir türünün hatırı sayılır oyuncularından Joan Crawford ve Bette Davis’in bir araya gelmiş olması filme ister istemez noir havasını katıyor. İki saatin üstündeki süre zarfında şüphe ve merak duygularını asla kaybettirmeyen Whatever Happened to Baby Jane, soluksuz izleyeceğiniz bir gerilim öyküsü.