Fakirlik, kötü yaşam koşulları, ötekileştirme, kontrol mekanizmasının sürekli işlemesi problemleriyle sürekli ezilen/ezilmiş insan profilinin kaybedecek çok az şeyi kalmıştır. O yüzden hırçın, gözü kara ve cesur bir şekilde savaşır hayatla.
Bu gözü pekliği, bu atılganlığı ve bu açlığı hayatta hiçbir şeyden yoksun bırakılmamış bir insan anlayamaz. Kaba bulur. “Köylü” der, utanç duyar o yoksun insanın kendini ifade ediş biçiminden. O insan öylesine yoksun kalmıştır ki paradan, sevgiden, saygıdan; sahip olamadığı mutluluğa, saygınlığa, sevgiye sonuna kadar hakkı olduğunu bilip sahip olamadığını görünce daha da hırçınlaşır. Bu da karmaşık insan beyinlerinde bambaşka yorumlar doğurur.
Kavga, küfür, hırsızlık, yalan, gösteriş merakı, kin gütme, nefret, aç gözlülük, kıskançlık gibi birçok hırçın duygu ve eylemler yoksunluğun rahatlama yollarıdır. Hepsinin de yolu paraya çıkar. Para. Kendini sevecek bir eş, güç, saygınlık, çalmak zorunda kaldığı her şeyi alma özgürlüğü, doyma fırsatı, kendini özel hissettirecek her türlü gösterişi yapabilme olanağı sunar sana çünkü.
Her şeye sahip olabilme arzusu ancak para ile mümkün olabilir. Arzu ettiği paraya ulaşabilmiş pek az grup ise paranın da çözüm olamadığını yaşayarak anlayacaktır.
Howard Hawks yönetmenliğinde çekilen Howard Hughes yapımı 1932 yılının Scarface filminin çıkış noktası da buradan başlıyor. Al Capone’den esinlenerek oluşturulan 1932 yapımı Scarface, Antonio Tony Camonte karakterine odaklanıyor. Suçu özendirdiği gerekçesiyle birçok sansüre maruz kalan film 1970’lere kadar yayın haklarını tamamıyla alamadığı için fazladan ilgi çekiyor belki de.
Bu sebeplerle asıl ilgilendiğimiz ve filmin yeniden yorumlanan ikinci sürümü olan Scarface ise Brain De Palma yönetmenliğinde, Oliver Stone yazımıyla 1983 güncelinde karşımıza çıkıyor.
Bu yeni uyarlama Hawks ile Hughes ikilisine adanıyor. Howard Hawks’ın 1932 tarihli filmini yeniden canlandırırken Stone ve De Palma, ortamı Chicago’dan Florida’ya kaydırıyor ve merkezdeki suçu alkolden nakliye kokaine dönüştürüyor. Camonte artık Montana oluyor. İtalya göçmeni de Küba göçmenine evriliyor.
İki filmde de güncelliğini koruyan şey ise Tony karakterlerinin hırsla ve hızla gücü parayı elde edişi ile bütün bunları boşa çıkaracak çöküşleri oluyor. Yabancılık dönemin gerçekliği içerisinde eritiliyor.
Castro’nun izin vermesiyle Amerika Birleşik Devletler’e kaçan yüz bini aşkın Kübalı göçmenin arasında çok sayıda suçlu ve mahkumun olmasına göz yumulması iddiası üzerinden “siyasi suçlu” Tony Montana ile tanışıyoruz. Filmin başlangıçta zamanı mükemmeliyetçi bir takıntıyla aktarma çabasını da açıkça görüyoruz. Green Card almak umuduyla bekleyen göçmen çadırlarını, onları istemeyen Amerikalıların protestolarını, vatandaşlık uğruna her şeyi yapabilecek insanları belgesel tadında izliyoruz filme başlarken.
Ancak daha sonra ayrıntılardan çok figüre odaklanma durumu karşımıza çıkıyor. Bundan sonra göç, polisin yolsuzluğu veya Latin Amerika’nın Amerikan suçu üzerindeki etkisi hakkındaki ayrıntılar pek az irdeleniyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi filmin odağı yoksun karakterin ruhsal doyuma ulaşabilmek için şiddetli bir şekilde paraya saldırması, onu elde etmesi, onun güveniyle daha da hırçınlaşması ve giderek tükenmesi durumlarına evriliveriyor.
Son sahne ise Quentin Tarantino’dan önce Tarantino vahşiliğinin var olduğunu fark ettirerek son buluyor. Filmi diğer gangster filmlerinden ayıran en büyük özelliği de diğer gangster yapılanmalarındaki stratejik düşünen akılların yerini saf duygu ve dürtülerle hareket eden tabiri caizse düz bir karaktere bırakması oluyor.
Böylece Tony Montana hayattan çok daha büyük, bir bireyden çok bir sembol haline bürünüyor. Filmde “World is yours” yazısını başta ve sonda bu yüzden görüyoruz. Bu yazı Montana’ya göre güç ve para ile elde edilebilecek bir şey. Öyle olmadığını filmin sonunda anlıyor ve “World is Yours” yazısına son kez bir daha bakıyoruz. “Para her şey değildir” görüşünü derin bir mesaj olarak işliyor De Palma film boyunca.
Elbette bütün bunlar Al Pacino’nun mükemmel oyunculuğu sayesinde ete kemiğe bürünüyor. O kadar gerçek ki… Bir Küba göçmeni olduğundan, ortağını öldürünce duyduğu derin acıdan, hayatına mal olsa bile masumların ölmesine karşı olmasından, tek büyük erdemi dürüstlüğünden tereddütsüz bir şekilde eminiz.
Ona tüm kalbimizle inanıyoruz çünkü her şeyiyle o bir Montana’ya dönüşüyor. Montana’yı müthiş bir zirveye çıkarıyor. Onun gibi bir dünyada yaşayan, onun gibi hiçbir yere ait olamayan, hiçbir sisteme uymayan, dışlanmış, arada kalmış insanların sembolü olmayı başarıyor. Bunu tek başına Al Pacino başarıyor. Filmin başarısı yalnız onun gerçekçiliğinden geliyor.
Bir de Michelle Pfeiffer’ın. Aslında hiçbir şey olan rolünden en iyi şekilde yararlandığını, muhteşem saf ışığını unutmadan ekleyelim. Bütün bunların dışında film yalnızca bir deneyimden ibaret. Pacino ve Pfeiffer’ın ihtişamı filmin seviyesini de yukarıya taşıyor. Konu oyuncular sayesinde devleşiyor.
Kabul edelim ki film biraz da vahşiliği sebebiyle seviliyor. İzleyici sanat kaygısıyla değil kapı deliğinden gözetler gibi bir hayatı gözlemek merakıyla izliyor filmi. Belki de Scarface’in bu ikinci uyarlaması sadece bunun için çekilmiştir.