Pink Floyd’dan ayrıldıktan sonra 1971 yılında Rolling Stones’a verdiği bir röportajda “Ben hakkında konuşulması kolay biri değilim. Kafam çok düzensiz. Hem öyle, olduğumu düşündüğünüz kişiyle de bir ilgim yok” diyor Syd Barrett. Oysa konuşacak çok şey var. Bence onun müziğine dair her detay çoğumuzun aklının alabileceğinden daha fazlası.
Syd Barrett benim lise yıllarımda en çok dinlediğim ve Pink Floyd için yazdığı her şarkı sözünü günlerce düşündüğüm idolümdü. Pink Floyd’la üç yıl çalmış ve sadece bir albüm yapmış ama bu müzik tarihinde çok güçlü, kalıcı bir iz bırakmasına yetmiş.
Esas adıyla Roger Keith Barrett 1946’da Cambridge’de iyi bir ailenin içine doğmuş. Yürürken onu ‘Bakın Barrett geçiyor’ diye birbirlerine gösterirlermiş. Syd enerjisi ve duruşuyla hiç istemese de daima dikkat çekermiş. Babasının ölümünün ardından içine kapanmamak için kendini tamamen müzikle avutan Syd lise zamanlarında evinin verandasında birçok minik konser vermiş. Resim okumak için Londra’ya taşındığında Roger Waters ona dünya müzik tarihini değiştirecek bir teklifte bulunmuş: Grubu The Screaming Abdabs’e katılması. Bununla birlikte dünyadaki her insanı bir şekilde etkilemiş olabilecek bir müzikal hadisenin tohumları atılmış: Pink Floyd.
Syd’in Pink Floyd için yaptığı şeye tam olarak gruba karakter ve ruh kazandırmak denilebilir. Önce grubun isminin Pink Floyd olmasını önermiş, ardından yazdığı saykedelik, deneysel tınılarla müziğin akışını değiştirecek bir yaklaşım geliştirmiş. Hepsinden önce belki de Syd’in müziğini ve hayatının her bir anını derinden şekillendiren bir durumdan söz etmeli: Asit tripleri. O yıllarda çok popüler bir uyuşturucu olan LSD, Syd’in hikayesinin hüzünlü kısmını ateşliyor.
İlk albümleri The Piper At The Gates of Down ile yarattığı sansasyonun ardından Londra’daki kulüpler Pink Floyd’un peşine düşmüştü. Konser üstüne konser verdikleri tempoları yoğunlaştıkça Syd hariç gruptaki herkes enstrümanına iyice sarılmıştı. O ise Cromwell Road’daki dairesine taşındı ve aralıksız bir şekilde asit kullanmaya, kendini her müzisyenin hayali olan bu gidişattan ve gruptan, keskin bir şekilde soyutlamaya başlamıştı. Hatta evrene karşı aşırı ve sonsuz bir merakın içine düşmüş, aylarca elinde bir Times Astronomik Atlas ile gezmiş ve büyük bir zamanını onu inceleyerek geçirmiş. Gerçekten de Barrett’in bu takıntısıAstronomy Domine ve Interstellar Overdrive’da kendini güçlü bir şekilde hissettiriyor. Yakınlarındaki insanlar Syd’in evindeki her yere LSD bulaşmış olabileceği için hiçbir şeye dokunmadıklarını söylüyorlar.
Kimse onun neden her şeyden uzaklaşmayı bu kadar çok istediğini bilmiyor. Ama onu sahneye çıktığında iki akor çalıp konser sonuna dek yerinden kalkmadığı noktaya getiren motivasyon da bu bilemediğimiz sebepler. Pink Floyd’daki herkes Syd’i çok seviyor ve grupta olması için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama Syd o sıralar tam anlamıyla uçmuş durumda ve diğerlerinin hissettiği kaygıların hiç birini duymuyor. O sahnede bir hayalete dönüştüğü sırada gruba destek çıkması için Cambridge’den arkadaşları David Gilmour’ı çağırıyorlar. Bir konser öncesi uğrayıp Syd’i evinden almamalarıyla da bu kalp kıran naif ayrılık ete kemiğe bürünüyor.
1969 yılında plak şirketi Harvest büyük bir risk alıp ona solo albüm yapmayı teklif ediyor. Bir yıllık zorlu bir şarkı yazım ve kayıt sürecinin ardından 1970’te The Madcap Laughs yayınlıyor. Octopus, Terappin, Love You gibi şarkılarındaki saykedelik altyapıları ve sözleri inceleyin. Syd’in gerçekten bu dünyaya başka bir boyuttan baktığını hissedebilirsiniz. Bu albümde bir James Joyce şiiri olan Golden Hair dışında tüm şarkıların sözü ve müziği Syd’e ait. Aslında o dönemki ruh halinin birebir yansıması denilebilir. Bu albümden sonra verdiği ilk konserde dördüncü şarkıda ses sistemindeki bir sıkıntının ardından sakince gitarını sahneye bırakmış ve gitmiş. Bu onun solo albümlerini çaldığı son konseri olmuş.
Sonrasında yayımlanan iki derlemeyi saymazsak 1970 yılının sonuna doğru çıkan ikinci albümü Barrett, Syd’in son albümüydü. Kayıt süreci epey zorlu bu albüme bir çok şarkı defalarca kaydedildikten sonra koyulabildi. Şizofreniyle mücadele etmeye çalışıyordu. 1974 yılına kadar aralıklarla müzik piyasasından çekilip geri dönen Syd o yıl müziği tamamen bıraktı.
Syd Barrett nerede olursa olsun evden uzaktaydı. 1978 yılında Cambridge’e anne evinin çatı katına taşındı. 2006 yılında pankreas kanserinden ölene dek de orada yaşadı. Sadece beş-altı yıl aktif olarak müzik yapmış olmasına rağmen ilham dolu artçı etkileri hiç bitmeyen bir yol açtı. Pink Floyd sonraki yıllarda onun için ve ondan esinlenerek şarkılar yaptı. Sex Pistols albümlerine prodüktörlük yapması için Syd’e neredeyse yalvardı. En kötü ruh halindeyken yaptığı işleri bile nasıl yaptığını kimsenin anlayamadığı daha önce duyulmamış teknik zenginliklerle doluydu. Syd bu dünyada olmaya hepimiz kadar katlanabiliyor olsaydı her şey bambaşka olabilirdi. Ama onun için müzik epey kişisel bir şeydi ve kendini bizle paylaşmak istemedi. İçindeki deli seslerden bazılarını şarkılar olarak bize bıraktı, kendi çılgın sessizliğinde resimler yaparak kaybolmayı tercih etti.