Bundan yaklaşık bir yıl önce, pandeminin ortasında yayımlanan bir fragman, başta The Beatles hayranları olmak üzere müzik ve belgesel severlerin sönük hayatlarını aydınlatan bir kibrit çaktı.
Yüzüklerin Efendisi serisinin yönetmeni olarak tanıdığımız Yeni Zelandalı Peter Jackson, elli yıldır The Beatles tarihinin tozlu raflarında günışığına çıkmayı bekleyen Let It Be albüm kayıtlarına el atmıştı. Grubun çok yakında ayrılacağının sinyallerini veren 1969 Ocak’ında, birkaç haftalık şarkı yazma süreçleri bir film projesi olarak yönetmen Michael Lindsay-Hogg tarafından günbegün kayıt altına alınmıştı. Bu görüntülerden bazıları 1970’de Let It Be filminde seyirciyle buluşmuştu ve gergin ve mutsuz bir hava yansıttığı için başta grup üyeleri olmak üzere hayranların da içinde buruk bir tat bırakmıştı. Peter Jackson, The Beatles: Get Back’te Let It Be’deki görünenin ötesini bize göstermek için kolları sıvadı ve ortaya resmen müzik tarihini değiştiren bir belgesel çıkardı.
Get Back’ten bahsetmeden önce Let It Be’nin talihsizliğine ve neden grubu bu kadar acınası bir hâlde gösterdiğine değinelim. Ocak 1969’da kaydedilen şarkıların bir kısmı aynı yıl yayımlanan Abbey Road albümünde, öbür kısmı da uzun bir mix ve mastering sürecinden geçtikten sonra 1970’de Let It Be albümünde toplandı. Michael Lindsay-Hogg filmin kurgu sürecindeyken The Beatles resmen ayrılmak üzereydi. Let It Be albümü yeni menajerleri Allen Klein’ın ve ünlü yapımcı Phil Spector’ın elinde hiç istemedikleri bir yöne gitmişti. Lindsay-Hogg’un Mayıs 1970’de yayımlanan filmin son kurgusunu böyle huzursuz bir atmosferde yaptığını düşünürsek filmin bakış açısını daha iyi değerlendirebiliriz.
İşte büyük bir The Beatles hayranı Peter Jackson, Lindsay-Hogg’un çektiği görüntüleri daha objektif bir gözle ele almak için koltuğa oturduğunda ortaya altı saatlik bir film çıktı. “Daha da kısaltmak rock ‘n’ roll tarihi için bir suç olurdu. Çünkü içinde insanların görmesi gereken, elli yıldır açığa çıkmamış şeyler vardı.” diyen Jackson, Paul McCartney’e ve Ringo Starr’a o gergin havanın ötesinde kendilerinin bile unuttuğu neşeli anları iPad’inden gösterdi ve onaylarını aldı.
Elbette bu altı saati izlemeyi herkes kaldıramaz. The Beatles hayranları için bir kayıp cennet olarak tanımlanabilecek film, gruba pek yakın olmayanlar için Get Back’i üst üste sekizinci dinleyişte bir cehenneme dönüşebilir. Fakat The Beatles’ın kişiliklerini ve üretim süreçlerini merak edenler, henüz hiçbir üyesinin otuz yaşında bile olmadığı dünyanın en büyük grubunun son günlerine tanıklık etmek isteyenler bu filmi kaçırmamalı. The Beatles hayranlarına filmi tavsiye etmeye zaten gerek yok. Onlar çoktan bu filmi izledi, yer yer güldü yer yer gözyaşı döktü ve bir kez daha bu grup bu dünyadan geçtiği için minnettar kaldı.
Belgesele dönelim. The Beatles, stüdyoya bir televizyon filmi projesi nedeniyle girmişti. Ocak ayında birkaç hafta içinde on dört yeni şarkı kaydedeceklerdi ve yıllar sonra ilk canlı performanslarını sergileyeceklerdi. Fakat ortada birçok belirsizlik vardı. Ellerinde henüz hiçbir şarkı yoktu, grup üyeleri kendi kabuklarına çekilip bireyselliklerine daha fazla önem göstermeye başlamıştı ve nerede ve nasıl konser verecekleri hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Yine de bir şekilde büyük bir özveriyle her gün stüdyoya gelerek yaratım süreçlerine başladılar.
Get Back’in en iyi yanlarından biri, grubun tanrısallığını yıkması. Onları dalga geçerken, sataşırken, gülüp eğlenirken, öfkelenirken, kendilerini savunurken, en hassas ve insan halleriyle görüyoruz. Bunlar, onlarla birlikte çalışan ve yaşayan insanlar dışında bugüne kadar kimsenin görmediği nadir görüntüler. Ellerinde sihirli değnek olan dahi müzisyen imajının ötesine de geçiyorlar bu filmde. Onların sihirli değneği, çok çalışmanın yetenekle birleşmesinden başka bir şey değil. Bütün gün evde yatıp ilham gelmesini beklemiyorlar. Tıpkı bir ofiste çalışan beyaz yakalılar gibi sabah stüdyoya geliyorlar, akşam saat altı olunca “mesai bitti” diyerek çıkıyorlar. Fikirlerin üstüne yatıyorlar ve bir gün o mükemmel şarkı kendini yazmış oluyor. Saf yeteneğin disiplinle birleşmesi harikalar yaratıyor.
Tıpkı bir sabah kayıt stüdyosunda önceki gece uyku tutmayınca televizyon izlerken bir şarkı yazıverdiğini belirterek piyanonun başına oturup Old Brown Shoe’yu çalan George gibi. Veya Paul’un Get Back’i bestelemeye başladığı an. George ve Ringo’nun onu izleyişi ve bir hitin doğuşuna tanık olduklarını anlamanın verdiği mutlulukla mırıldanarak, el çırparak ve ayaklarını yere vurarak şarkıya katkıda bulunmaya başlamaları. Sonra John’un üstünde kürküyle yanlarına gelip sandalyesine oturup gitarıyla onlara katılması. Büyüleyici. Belki de projenin son teslim tarihinin baskısı onları hem zorluyor hem de ilham veriyordu.
Get Back aynı zamanda grupla ilgili birçok ön yargıyı da yıkıyor. Paul McCartney’nin gruptaki kontrol delisi gizli patron imajının aksine herkesi motive edip toplamaya çalışan coşkulu ve sorumluluk sahibi bir nevi “inek öğrenci” olması. “Sessiz Beatle” olarak anılan George Harrison’ın tam tersine sözünü sakınmayan ve konuşkan halleri. Grupta daha pasif bir rolü varmış gibi gözüken Ringo Starr’ın grup üyeleri nerede konser vereceklerine karar veremezken “Çatıda çalmak istiyorum.” diyerek tarihi bir karar vermelerine önayak olması. Yoko Ono’nun aslında grubun kendi aralarındaki çatışmalarında pek bir rolü olmaması. “Elli yıl sonra insanlar ‘Yoko amfinin üzerine oturduğu için The Beatles ayrıldı’ derse çok komik olur.” diyor Paul, “John onunla olmak istiyorsa olur, bu bizi ilgilendirmez.” Yıllardır duyduğumuzun aksine Yoko’ya karşı grupta düşmanlıktan ziyade bir hoşgörü hatta neredeyse umursamazlık olduğunu görüyoruz. Yoko hiçbir şey söylemeden orada oturuyor, onu kabul etmişler. Kayıt odasında Ringo’nun ona verdiği sakızı ikiye bölüp bir parçasını o sırada Paul’la konuşan John’a sessizce uzattığı anı izlemek tuhaf bir biçimde dokunaklı.
Burada grubun daha az popüler iki ismine, George Harrison ve Ringo Starr’a da dikkat çekmek gerek. George Harrison’ın bütün ruhaniliğine rağmen (stüdyoda oturan Krishna hayranı arkadaşına buradan bir selam) aslında çok pragmatik biri olduğuna tanıklık ediyoruz örneğin. Müzik şirketleri EMI’ın onlara sağlayamadığı sekiz kanal kayıt konsolunu bizzat evinden stüdyoya taşıtıyor. O günler, George’un kariyerinin en verimli dönemi. Abbey Road ve Let It Be albümlerinde yer alacak Something ve I Me Mine gibi şarkıların yanı sıra 1970’te çıkaracağı solo albümüne ekleyeceği All Things Must Pass gibi hitleri yazdığı dönem. Bir noktada grubu bıraktığını söyleyerek stüdyoyu terk ediyor, kısa süre içinde grup üyeleri tarafından ikna edilip geri getiriliyor. Ringo Starr ise grubun en sessiz ama pozitif ismi. “Günaydın kamera” diyerek izleyicileri selamlıyor, tartışmalardan kaçınıyor, grup üyeleri şarkı yazarken tam da doğru zamanda davuluyla dahil oluyor ve çarkın dönmesine katkı sağlıyor. “Kendimi en çok Ringo’nun yanında rahat hissediyorum.” diyor provaları izleyen Linda McCartney. Yanında oturan Michael Lindsay-Hogg onu onaylıyor.
The Beatles bu süreçte yalnız değil. Birçok kişiden yardım alıyorlar. 1960’ların başında Little Richard’ın piyanistiyken Hamburg’da tanıştıkları piyanist Billy Preston’ın stüdyoya uğraması onu hızlıca grubun gayrı resmi beşinci üyesi yapıyor. Ortamda enerjinin birden yükseldiğini çok net görüyoruz. Preston’ın klavyesi şarkıları bir üst seviyeye taşıyor ve o gergin havayı dağıtıyor. The Beatles’ın yıllardır turne menajeri ve asistanı Mal Evans, film boyunca gruba verdiği tavsiyeler ve yardımlarla önemli bir konumda olduğunu hissettiriyor. Şarkı sözlerini yazıya geçirmekten çatıda gerçekleşen konserde polisleri oyalamaya kadar grubun bütün işlerine koşuyor. The Rolling Stones, Led Zeppelin ve The Who gibi grupların prodüktörü, kuzu derisi paltosu ve dev güneş gözlükleriyle adeta bir moda ikonu gibi ortalıkta dolaşan Glyn Johns, o sırada asistan ses mühendisi olan geleceğin efsane müzisyeni ve prodüktörü Alan Parsons ve elbette grubun ilk günlerinden beri yanında olan emektar prodüktör George Martin; The Beatles’ın bütün sorularına cevap vermek ve onların müziğini en iyi şekilde kaydetmek için orada. The Beatles’ın o sıradaki eşleri / sevgilileri Yoko Ono, Linda Eastman (birkaç ay sonra McCartney), Pattie Boyd ve Maureen Starkey de görüntüye girip çıkıyor. Desteklerini ve sevgilerini ekranın öbür tarafından hissetmek mümkün.
Belgesel, grubun Trablus’ta, Akdeniz’de bir gemide ve Londra’daki Primrose Hill’de çekilmesi için fikirlerin havada uçuştuğu ve sonunda Apple Stüdyoları’nın çatısında gerçekleşen o meşhur son konseriyle bitiyor. Yaklaşık üç yıldır hiç canlı performans gerçekleştirmeyen grup üyeleri, çatının tepesinde iyice devleşiyor. Metrelerce aşağıda kaldırımda onlara şaşkınlıkla bakan seyirciyi göremeseler de orada olduklarını biliyorlar ve bu onlara büyük motivasyon veriyor. Stüdyodaki performanslarının da üstüne çıkıyorlar ve albümde de daha çok bu konserde kaydedilen versiyonlar kullanılıyor. Bu adeta ’60’ların flashmob’u denilebilecek beklenmedik performans karşısında Londra halkının şoka girmiş ifadelerini izlemek hem komik hem tuhaf. Gürültüden şikayetçi olan esnafın grubu polise şikâyet etmesi üzerine stüdyoyu basan iki polis memurunun mücadelesini izlemek de aynı şekilde.
Zithromax kopen zonder recept? – Online apotheek
, Times;”>The Beatles’ın son performansı olduklarını bilselerdi de öyle mi davranırlardı? Bunu asla bilemeyeceğiz. Sadece dokuz yıllık dolu dolu geçen bir kariyerin ardından The Beatles’ın neden ayrıldığı sorusunu da tek bir cümleyle açıklamak zor. Yine de yanıt George Harrison’ın şarkısında saklı olabilir. “Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.”