Franz Ferdinand’ı ilk kez 2007’de İstanbul’da Hezarfen Havaalanı’nda gerçekleştirilen Rock’n Coke festivalinin reklam filminde duymuştum. Elbette 2004’te çıkardıkları ilk albümlerinden patlayan teklileri Take Me Out çalıyordu. Yaşım tutmadığı için festivale gidememiştim ama yıllar sonra arkadaşlarımla dans etmeye gittiğimiz yerlerde çalan demirbaş şarkıların başında geldi hep.
“Ergenliğimde dinlediğim grubu sonunda kanlı canlı izleyebileceğim.” diye sevinme sırası artık Y Kuşağı’nda. Yani yirmili yaşlarının ortasındakiler ile otuzlu yaşlarının sonunda olanların arasını kapsayan o dinamik kesim. Genç ama yetişkin. Yetişkin ama yaşlı değil. Bu kesimin ergenlik veya genç yetişkin olduğu dönemlerinde dinlediği bazı gruplar vardır. Bu gruplar onlar tam müziğin ruhlarında yarattığı etkiyi keşfettiklerinde oradadır ve yıllar geçse de müzikleri her dinlendiğinde o günlere götürür. 2000’lerin başında müziği keşfedenler için Franz Ferdinand da bu grupların arasında önemli bir yere sahiptir. Geçtiğimiz hafta 19 Haziran’da Zorlu PSM’de sahne alan grup bu kuşağa kendini belki de ilk kez yaşlandığını hissettiren bir konser deneyimi yaşattı.
Yıllar önce Take Me Out’un ilk anlarındaki gitar tınısını duyar duymaz içimizi bir heyecan kaplardı. Çünkü o tını şarkının sunacağı eğlenceyi zihnimize hatırlatan bir işaretti sanki. Sonra ver elini çılgınca dans etmek, zıplamak ve bağıra çağıra şarkıya eşlik etmek. Sonuçta Rolling Stone dergisinin Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı listesine dâhil ettiği bir şarkı Take Me Out. İki âşık veya iki keskin nişancının arasındaki gerilimi anlatıyor. Söz konusu bu gerilimi ortadan kaldırmak için ya biri reddedilecek ya da vurulacak. Şarkı o müthiş enerjisini işte bu gerilimden, zıtlıklardan ve ritmindeki değişikliklerden alıyor.
2007’den 2018’e ışınlanalım. Franz Ferdinand yine dans ettirme sözü veren elektronik etkili beşinci uzunçaları Always Ascending’i çıkarmış ve eleştirmenlerden geçerli not almış. Indie’den pop’a kaydıklarını söyleyenler ağırlıkta ama İskoç grup zaten başından beri bu iki türün arasındaki bulanık çizgide dolanmıyor muydu ve amaçları insanları dans ettiren kaliteli bir rock ‘n roll yapmak değil miydi? Öyleyse bir kez daha amacına ulaşmıştı bu albümde.
Bugünse İstanbul’a gelmelerinin üzerinden on iki yıl geçmesine inanamayan geniş bir kitle 19 Haziran’daki konser biletlerini tüketmiş durumda ve dans edip nostalji yapmaya hazır. Özellikle avantajlı dönemdeki olmak üzere fazlasıyla uygun bilet fiyatlarıyla izleyeceği için ayrı memnuniyet var. Bense geçen sene aynı günlerde aynı mekânda Travis’i izlediğimi düşünürken İskoç çıkarmasının birazdan başlayacak ikinci ayağına tanık olacağım için mutlu ve heyecanlıyım.
Saatler 22.15’i gösterdiğinde grup sahneye çıkıyor ve ilk albümlerinden The Dark of the Matinee ile konseri açıyor. Daha ilk şarkıdan akustiğin iyi olduğunu fark ediyoruz ve içimiz rahatlıyor. Onlardan önce sahne alan Baba Zula’ya teşekkür edip hız kesmeden şarkı söylemeye devam eden takım elbiseli Alex Kapranos’un yeterince değer görmeyen bir lider, frontman olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Kırk yedi yaşında olmasına rağmen on yedi yaşındaymış gibi hoplayıp zıplıyor, sesi en az albümlerinde duyduğumuz kadar kontrollü ve enerjik, seyirciyle etkileşimi çok samimi.
On iki yıl sonra burada olmaktan çok mutlu olduklarını söylüyor grubu adına ve seyirciye Türkçe teşekkür ediyor. Yaklaşık bir buçuk saat süren konserde Do You Want To, Jacqueline, Lazy Boy, Ulysses, Always Ascending, Darts of Pleasure ve Michael gibi şarkılarını çalıyorlar arka arkaya. Tabii ki gecenin yıldızı Take Me Out. O kadar büyük şarkı ki karşında şarkıyı bizzat yazıp icra edenler varken yüzlerce kişiyle birlikte hep bir ağızdan söyleyince daha da gençleşiyor adeta.
Bis kısmında ise Lucid Dreams ve Evil Eye ile izleyiciyi coşturup gecenin bir diğer yıldızı This Fire ile son noktayı koyuyorlar. Yine ilk albümlerinden bir parçayla konseri kapatan grubun bu şarkıyı çalarken çok zevk aldığı her hallerinden belli oluyor. Alex Kapranos gitarı sırtına alıp uzun ve çılgın bir gitar solosu atıyor. Nakaratta şarkının sözlerini değiştirip “İstanbul kontrolden çıktı / Bu şehri yakacağız, bu şehri yakacağız!” derken seyircinin ona katılmaması mümkün değil. Dakikalarca bu sözleri tekrar ettikten sonra “Seninleyim İstanbul, sen de benimle misin?” diye soruyor Alex seyirciye. O anda yalnız olmadığını ve bambaşka bir kültürden ve coğrafyadan gelmiş olsa da çok hayran olduğun biri tarafından aynı tarafta olduğunu hissetmenin verdiği hazla herkes çığlık atıyor. Bunu sadece müzik yapabilir. Konser bitiminde “Uzun zamandır bir konserde bu kadar eğlenmemiştim.” diyor arkadaşım. Evet, İstanbul o gece kesinlikle Franz Ferdinand’laydı.