“Onlar da senin benim gibi insanlar. Bizim güneş sistemimizden. Yalnız onların toplumları bizden biraz daha ileri. Onlarda savaş yok. Parasal sistem yok. Lider diye bir şey yok çünkü herkes kendi kendinin lideri. Teknolojileri sayesinde herkesin yeme, giyinme, ev, ulaşım ihtiyaçları eşit olarak karşılanıyor.” Jack Nicholson’ın hayat verdiği George karakteri dumanlı zihninden bu sözleri uzaylılar için sarf ediyor.
George özlemini duyduğu ideal sistemi uzaylılar üzerinden açıklıyor. Bu sistemin insanlara ne kadar yakın ama aynı zamanda ancak uzaylılar üzerinden anlatabileceği kadar da uzak olduğunu bilerek. Kısa yol arkadaşlığı süresi içinde George filmin yolunu ya da yolun filmini büyük oranda anlatıyor bize. İnsan ‘neden özgür olmak ister’ ve ‘nasıl özgür olamaz’ sorularına bizim için cevap buluyor sanki.
Zamanının ilk postmodern filmlerinden biri Easy Rider. ’60’lar hippi dönemini tam da o andayken aktarmış olması, bunu o ruhu içinde barındıran insanların çekmiş olması ve bu sayede belgesel olabilecek kadar gerçekçi görüntülerin elde edilmesi filmi bir anda üst perdelere taşıyor. Filmin ana kahramanları Wyatt ( Peter Fonda) ve Billy (Dennis Hopper) 1969 Amerika karmaşasında ülkesini, insanları seven, aykırı değil aksine onlardan biri olmak isteyen, özgürlüğü ararken kendilerini, yaşam biçimlerini bulmaya çalışan iki genç olarak karşımıza çıkıyor. Yüklü bir para kazanıp özgürlük yoluna düşen gençler yolda yaşamı deneyimliyorlar.
Bir çiftçinin evine konuk olup onun sürprizsiz dingin yaşamına gıpta ediyorlar. Aynı çiftçinin hayalini kurduğu Kaliforniya’ya toprağını bir türlü bırakıp gidememiş birisi olduğunu görerek. Daha sonra yolda bir hippi ile karşılaşıyorlar. Bütün dayatmaları reddeden bu insanların da nihayetinde başka bir düzene dönüşmelerine tanık oluyorlar. Motorla bir şeritten diğerine sakince geçilen uzun yollar izleyiciyi zamanın sahiciliğinden koparmayan yegane bağlara dönüşüyor.
Bir başka yolun sonunda ‘istediğini yapabilen özgür çocuklar’ görüntüsünden rahatsız polislerce tutuklanan Wyatt ve Billy yazının başında bahsi geçen George ile tanışıyor. George ne çiftçi ne de hippi olmayı başarmış, belki ikisi de olmak istememiş üçüncü bir yaşam biçimi. Aslında Billy ve Wyatt’a en yakın yaşam biçimi de denilebilir. Ne var ki George onlara aradıkları özgürlüğü bu toplumda hiçbir zaman elde edemeyeceklerini canlı bir örnek olarak bizzat yaşatıyor. George özgürlüğün sıradan insanlar için korkutucu olduğunu, çünkü bu gençlerin onlara aslında özgür olmadıkları gerçeğini hatırlattıklarını anlatıyor ateşin başında.
Özgür olduklarını sanan bu insanlar toplumsal birçok dayatma ile kök salıp hareket edemez hale geliyor. Bazı kişisel hak ve sosyal imkânların özgürlük olduğuna, bunun dışında toplumsal öğretilerin ‘toplum düzeni için’ değiştirilemez, yok sayılamaz olduğuna inanıyor ya da inanmak istiyorlar. Bu gerçek yüzlerine vurulduğunda sadece korkmakla kalmayıp tehlikeli de oluyorlar. Bu gençler onlara kaybettikleri şeyleri hatırlatıyor. Toplumsal kurallar içinde ilkel yaşamın başkalaşmış yeni versiyonlarını yaşadıklarını ve aslında hiç birey olamadıklarını hatırlatıyor onlara bütün bunlar. Buna çözüm bulmanın en kolay yolu bu yeni düşünceleri yok saymak, düşünenleri de yok etmek…
Bu çarpıcı gerçekle ‘yaşayarak’ yüzleşen Billy ve Wyatt dağılmış bir vaziyette şehre geliyorlar. Uyuşturucu ile gelen sanrılar ve dışa vurum filmde ilmek ilmek işleniyor. Her anına bizzat tanık oluyoruz. Bu sahnenin uzaması da filme ekstra bir tat katıyor. Filmi daha gerçekçi kılıyor. İzleyicide “Bütün bunlar o an gerçekten yaşandı da birisi onları kameraya mı aldı?” hissi uyandırıyor. Film Cannes’da jüri özel ödülüne layık görülürken ödülü almadaki en önemli katkı payını bence bu sahne veriyor. Bir diğeri ise kuşkusuz George’un meşhur konuşmasını yaptığı sahne. Hatta Jack Nicholson filmdeki George rolüyle Oscar için ilk kez aday olma şansı yakalıyor. Bu adaylığın Nicholson’ın aktörlük yaşamında bir kırılma yaşattığı da söylentiler arasında.
Easy Rider birçok konuda kırılma yaşatmış olmalı bana kalırsa. Bu kadar spontane ve akışına bırakılmış olması, neredeyse doğaçlama olduğunu düşündürecek diyaloglar olması, birçok yerde hayat kadar sıradan ve basit olması, hala geçerli bir konuyu işlemiş olması filmi zamanının ötesine taşıyan bir kırılma yaşatıyor. Filmin çarpıcı sonu bile şaşırtmıyor ve acıdır ki bu yaklaşımlar zihniyetlerde tazeliğini koruyor. Filmde ilk yönetmenlik deneyimini yaşayan Dennis Hopper’ın da geri planda durması günümüzün öne çıkma deliliğine güzel bir karşı örnek. Son olarak filmin soundtrack çalışmasının ışıl ışıl parladığına vurgu yapıp The Steppenwolf’tan The Pusher şarkısının Easy Rider’daki simgelerden olduğunu ayrıca belirtmeliyim.