Kutuda ne var

Göz|

Seven açık bir şekilde zamanın vitrinde ahlakçılığına saldırıyor. Ahlak, niyetlenen her ne ise onu gerçekleştirmek için oluşturulan bir kılıf, dikkatleri dağıtmak ve asıl niyeti gizlemek için bir vitrine dönüşüyor.

Öyle ki Seven‘da da gördüğümüz gibi John Doe, cinayetlerini bu ahlakçılıkla gerekçelendirebilen bir sapkın. Ancak bu filmin en tuhaf yanı okuryazarlığı korumaya çalışması olabilir. Adı William Somerset Maugham‘a bir selam niteliği taşıyan William Somerset (Morgan Freeman)  okuyup alıntı yapabildiği için bilge olarak sunuluyor.

O kadar ki kütüphaneye araştırma yapmaya giden Somerset’in kütüphane görevlisi polisler tarafından tanındığını, buraya sık geldiğini ima eden konuşmalar yaptıklarını görüyoruz. Öte yandan ortağı David Mills ( Brad Pitt) araştırmalarını kütüphaneden değil Cliffs Note denilen özet kitaplardan yapmakla yetinen cahil, tecrübesiz, kolaya kaçan serseri ama aynı zamanda idealist bir polis olarak karşımıza çıkıyor.

Peki, bu polisler kaç kez edebi imalarla planlanan cinayetlerle karşı karşıya kalabilir ki? Filmden de anlıyoruz ki emekliliği gelmiş Somerset bile ömründe ilk defa böyle bir dava ile karşı karşıya.

Geçenlerde How I Met Your Mother dizisini en baştan izlerken bir bölümde Robin’in “Kutuda ne var? Kutuda ne var?” şakasına denk geldim. Seven’a Robin’in gözünden esprili bir gönderme yapılmıştı. Bu replik bende “Seven’ı baştan izlesem yıllar sonra fikrimde ve izlenimlerimde ne gibi değişiklikler olabilir” merakını uyandırdı. Film, dizi, kitap gibi herhangi bir eserin yıllar sonra tekrar gözden geçirilmesinin ne kadar hoş bir deneyim olduğunu, her tekrar edişte yeni bir ayrıntının yakalandığını, zamanla büyüyen zihnimizin geçmişle yaptığı mukayeseyi sanıyorum çoğumuz biliyordur. Ben de 1995 yapımı Seven’ı tekrar izleyerek gözden kaçırdıklarımı, ilk kez keşfettiklerimi, geçmiş deneyimimle arasındaki farkı irdelemek istedim.

Birleşik devletlerin isimsiz bir kuzey şehrinde gizlenen, insanlığı kurtarmak için -bir tür çılgınca öğretme niyetiyle- dikkatleri günahlara/günahkârlara çevirerek yedi ölümcül günah temelinde bir dizi cinayeti işlemeye kararlı, zeki ama sapkın bir bireyin seri cinayetlerine tanık oluyoruz Seven’da.

Dante, Chaucer ve Thomas Aquinas’ın eserlerinde de bahsi geçen bu yedi ölümcül günah şunlardan oluşuyor: Oburluk, Açgözlülük, Tembellik, Kıskançlık, Gazap, Kibir ve Şehvet. Katil, yedi gün içerisinde bu yedi günahı işlemiş yedi günahkârın canına son verip insanlığa unutamayacakları bir ders vermeyi planlıyor. John Doe (Kevin Spacey) isimli bu katil belli ki Ortaçağ vaazı tarzında bir yöntemle tamamen yozlaştığını bilmeyen bir medeniyete bir uyandırma çağrısı yapıyor.

Deneyimli Somerset bütün bu sapkınlığın farkında ve bunun asla son bulmayacağını düşünen evrenin sırrını çözmüş bir bilge. Bütün bunlardan kaçıp kurtulabilmeyi umuyor. Tecrübesiz Mills’in ise katilleri yakalayarak kötülükleri bitireceğine devletin hep iyiden yana olduğuna inancı tam. Birbirine zıt karakterde bu iki ortağın tek ortak yönü ise ne düşünürlerse düşünsünler kovalamaktan asla vazgeçemeyecekleri.

Dedektif Somerset’i canlandıran Morgan Freeman rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Filmde onu okuryazar, araştırmacı, soğukkanlı, sakin, titiz, naif bir karakter ve polis olarak görmememiz için hiçbir sebep yok. Filmin ana temasını, vermek istediği mesajı tek başına sırtlıyor usta aktör. Ne var ki Brad Pitt için aynı şeyi söylemek zor.

Filmi tekrar izlediğimde bu role Colin Farrell’in daha çok uygun olacağını düşündüğümü söylemeliyim. Çünkü Brad Pitt sahnelerdeki kritik bölümlere doğru tepkiler veremediği gibi çaylak polis rolüne de acemi kalmış görünüyor. Yine de tabii şunu belirtelim: Ondan önce bu rol için düşünüldüğü iddia edilen Denzel Washington ve Sylvester Stallone’a göre oldukça iyi bir seçim olduğu ortada.

John Doe rolündeki Kevin Spacey ise kısa süreliğine tanık olduğumuz sahnelerinde döktürüyor. Mills’in eşi Tracey rolündeki Gwyneth Paltrow filmde oldukça sönük bir karakteri canlandırmış. Açıkçası ona hayli basit kalan bu rolü nasıl kabul etmiş merak ediyorum. Sanıyorum oyuncu kadrosunun büyüklüğünün ve yönetmenin David Fincher olmasının büyüsüne kapılmış olmalı. Filmin senaryosunu Andrew Kevin Walker yazmış. Ayrıntılarda zekice ama genel çerçevede sıradan bir polisiye senaryosundan öteye geçemiyor bana göre.

Yazının başında söylediğim ve zaman içinde kültleşen “Kutuda ne var?” repliği dışında ara sekansta gerilim hissedilemiyor. Öyle sahneler var ki filmin inandırıcılığını bir kez daha gözümden düşürüyor. Örneğin onlarca özel harekat polisinin örtüyü kaldırana kadar cesedin kokusunu alamaması gibi. Yine de görüntü yönetmeni Darius Khondji cinayetlere özel karanlık çekimleriyle, filmin karanlık atmosferine uygun yağmur ve puslu hava güzellemeleriyle göz dolduruyor.

Başlangıç örgüsünün müthiş ilerleyişini ve finalin oldukça çarpıcı olduğunu altını çizerek belirtiyorum. Ek olarak bu film genel anlamda çarpıcı ve oldukça iyi. Ancak tam anlamıyla kusursuz bir gerilim filmi diyemiyorum Seven için. 

Comments are closed.