Yılın en başarılı filmlerinden La La Land umut dolu ve bohem Los Angeles’a övgü niteliğinde yazılmış bir film. Müzik ve dansın, filmin sanat tutkunu ana karakterleri Mia ile Sebastian’ın hikâyesini süsleyen, hislerini anlamamızı sağlayan bir çerçeve olarak kullanıldığı film bugünlerde Altın Küre’de aldığı ödüller ve Oscar adaylıklarıyla sık sık gündeme geliyor.
Hiç bitmiyormuş gibi gelen sayısız şarkının bulunduğu bir müzikal değil La La Land. Bu yüzden müzikallerden nefret ettiğini iddia eden (ki ben de tıpkı Sebastian gibi bir şeyden nefret etmenin fazla kolay ve düşünmeden söylenilen bir ifade olduğunu düşünüyorum) insanları bile kendine çekebilecek bir potansiyele sahip. Yönetmen Damien Chazelle’in Harvard Üniversitesi’nden arkadaşı Justin Hurwitz’in besteleri ve şarkı yazarı ikilisi Pasek & Paul’un sözleri olmasaydı bu film büyüsünden büyük bir parça kaybederdi. Müzikler öyle güzel yazılmış ve öyle uygun yerlerde giriyor ki hikâyenin bir parçası olarak yerlerini alıyor. Zaten filmin en sevdiğim özelliklerinden biri karakterlerin ve olayların bütün farklılıklarıyla birlikte bir uyum içinde oluşu. Bunun müzik seçimlerine de yansıyor.
Film boyunca bir yandan Sebastian’ın tutkusu sayesinde sık sık caz dinlemiş oluyoruz, (John Legend bile bir ara gelip modern caz ve R&B söylüyor) bir yandan da Another Day Of Sun ve Someone In The Crowd gibi neşeli müzikal parçaları dinleyip gaza geliyoruz. Zaten Chazelle de filmi Another Day Of Sun gibi tam anlamıyla bir müzikal parçayla başlatmanın izleyiciler için bir uyarı olduğunu söylüyor: “Eğer insanlar bundan rahatsız olacaksa hemen kalkıp giderler.” Sebastian karakterinin âşık oluyor olmanın verdiği tuhaf bir sakinlik hissiyle bir ninni gibi söylediği City of Stars ise tam tersine çok yumuşak bir şarkı. Sebastian’ın gerek iskelede söylediği ilk versiyonuyla gerek evde piyano başında Mia’yla birlikte söylediği versiyonuyla kesinlikle filmin yıldızı. Birlikte En İyi Şarkı dalında Oscar’a aday olduğu Audition Song’un önüne geçiyor.
Ryan Gosling “klasik bir müzikal oyuncusu gibi mükemmel” olmadığı için mükemmel olan sesiyle, Emma Stone’a bakışlarıyla ve rahatlıkla piyano çalışıyla bu parçada ışıldıyor. Bu arada kendisinin bu film için öğrendiği ve ustalaştığı piyano çalışını takdir etmek lazım. Filmin en masalsı sahnelerden biri olan planetaryumdaki vals bana Disney’in 1950 yapımı Cinderellası’ndaki vals sahnesini anımsatıyor ve acaba eski Hollywood’a gönderme yaparken Disney filmleri de dâhil miydi diye düşündürtüyor. Çiftin A Lovely Night şarkısını söyleyip dans ettikleri nükteli ama romantik sahne ise Fred Astaire & Ginger Rogers filmleriyle kapışmanın aksine onlara bir saygı duruşu niteliği taşıyor. Karakterleri buluşturan ve film boyunca yer yer duyduğumuz Mia & Sebastian’s Theme bir şarkının ötesinde bir film karakteri gibi adeta. Tıpkı ikilinin ilişkisi gibi hem kırılgan hem cesur.
Mia ve Sebastian’ın ilişkisi aslında modern bir peri masalı çünkü büyüleyici ve romantik. Fakat aynı zamanda zorluk ve seçimlerle dolu. Bu ilişkinin inişleri ve çıkışları, hayalleri ve gerçekleri üzerine kurulu La La Land hem masalsı hem gerçekçi, hem klasik hem modern bir film. İşte tam da bu yüzden herkese dokunabiliyor.