2019 yılının 22 Mart Cuma gecesinde Salon İKSV’nin duvarlarında Nekropsi’nin 1995’teki konserlerinden kalma afişler var. Bu afişlere bakan seyircinin büyük bir kısmı gençlik günlerine gidip nostaljinin acı tatlı hissine kapılırken benim gibi o günlere yetişemeyen ama dönemin ve grubun büyüsüne sonradan kapılan hayranlar ise seyirci kitlesinin daha küçük bir kısmını oluşturuyor. Nostalji hissedemesek de içimizi büyük bir heyecan ve saygı hissi kaplıyor.
Tanımayanlar için Nekropsi’den bahsedelim. 1989’da kurulan Nekropsi belki de Türkiye’nin en dünya standartlarında müzik yapan grubu olmasına rağmen çok fazla popülerleşmemiş kült bir topluluk. Yıllar içinde edindiği çok sadık bir hayran kitlesi var. Hikâyelerine çok gençken, ta lise zamanlarında başladıkları için uzun bir tarihleri var. Speed metal ile başlayıp endüstriden Ortadoğu tınılarına, punktan progresife ve saykodeliğe uzanan geniş bir yelpazeye sahip deneysel ve enstrümental bir müzik yapmaya başlıyorlar. 1996’da çıkardıkları Mi Kubbesi albümüyle çıtayı çok yükseğe koyuyorlar. O kadar yükseğe ki Led Zeppelin’in dev ikilisi Robert Plant ve Jimmy Page 1998’de İstanbul’da Bostancı Gösteri Merkezi’nde verdikleri konserde ön grup olarak Nekropsi’yi seçmekle kalmayıp Avrupa turnesinde gördükleri en iyi konuk grup olduklarını söylüyor. Bunun üzerine hatırı sayılır derecede bir hayran kitlesi edindikten ve Kemancı’dan üniversitelere ve Ankara’nın çeşitli barlarına pek çok yerde konser verdikten sonra bir süre ortadan kayboluyorlar.
Mi Kubbesi’nden tam on yıl sonra Sayı 2 isimli ikinci albümlerini çıkardıktan sonra yöneldikleri elektronik ve modern rifflerle bezeli bir altyapıya sahip yeni tavırlarıyla dinleyiciye ters köşe yapıyorlar. İlk albümleriyle aynı soundda olmadığı için gücenenler bile birkaç dinleyişten sonra Sayı 2’yi bağrına basıyor. Bu albümde Türkçe ile özgürce ve zekice oynadıkları şarkı sözleriyle birlikte vokal de kullanıyor Nekropsi. Yeni seçilen Papa’ya ithafen yazdıkları Die Neue Papa’dan gazete başlıklarından esinlenerek oluşturdukları Erciyes Şokta’ya ve Latin alfabesine geçişi hiç anlatılmadığı gibi anlatan Harf Devrimi’ne kadar pek çok ilginç şarkıyı içinde barındıran Sayı 2’nin ardından 2010’da Nekropsi 1998 albümüyle eski kayıtlarını gün yüzüne çıkarıyorlar. Uzun aralardan sıkılmış olacaklar ki her ay yeni bir şarkıyı paylaştıkları Aylık isimli albümlerini de 2013’te yayımlıyorlar. Yumuşakla sert arasında gezindikleri bu albümde de tüyler ürpertici tınılarıyla Aralık, türlerin iç içe geçtiği bu dünyadan olmayan ++++ ve pek gaza getiren deneysel Dedikodu gibi kıymetli şarkıları sunuyorlar hayranlarına. Beş senelik aradan sonra geçtiğimiz yılın ikinci yarısında online platformlar üzerinden yayımladıkları Sekizler ve Ta Ta Du teklileriyle geri dönüş sinyallerini verip çalma listelerinde baş köşeyi alıyorlar.
Şimdi günümüze geri dönelim. O gece Salon’da toplanmamızın nedeni çok nadir konser veren Nekropsi’yi canlı canlı izlemek. Gitar / seste Cem Ömeroğlu, davul / seste Cevdet Erek, gitar / seste Gökhan Goralı ve bass gitar / seste Kerem Tüzün’den oluşan efsane kadro önünde fener olan madenci baretleriyle sahneye çıkarak eski konserlerine selam çakıyorlar. Grubun otuz yıllık olduğuna inanmak güç çünkü karşımızdaki dört adam oldukça genç, dinamik, güler yüzlü ve hayat enerjisi dolu bir şekilde sergiledikleri performanslarıyla zamanın ötesine geçiyor. Hipnotize edici ritimleriyle grubun kalbini oluşturan Cevdet Erek “Merhaba, biz İstanbul’dan Nekropsi. Hoş geldiniz.” diyerek selamlıyor seyirciyi. Zengin külliyatlarından Mi Kubbesi’nden seçkilerin yanı sıra Baba, Ebo, Erciyes Şokta, Harf Devrimi, Sekizler, Yok Var gibi şarkıları seslendiriyorlar.
Enerji asla düşmüyor. Konserin ortasında Cevdet Erek baterisinin başından kalkıp davulunu alıyor ve ışıklar ona çevriliyor. İşte bu anda müzisyen kimliğinin dışında aynı zamanda bir mimar ve sanatçı olan Cevdet Erek’in geçtiğimiz senelerde başta 2017’de Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda sergilediği ÇIN olmak üzere ses ve mekân üzerine yaptığı çalışmalarını ve yine aynı yıl çıkardığı solo albümü Davul’u hatırlamak gerekiyor. Cevdet seyirciyi ritimleri içinde hissedip sarsıldığı bir transa sokup çıkardıktan sonra Nekropsi performansına tam gaz devam ediyor. Yoğun istek üzerine Dedikodu’yu çalmayı “deneyeceklerini” söylüyorlar ve seyirciyi iyice coşturuyorlar. Yaş ortalaması nispeten yüksek olduğu için konser boyunca canlı yayın yapan telefonlar görmemek insanın içini rahatlatıyor. Sadece bu özel anlardan geriye küçük hatıralar kalsın diye kısa bir video çekip konsere odaklanmaya geri dönen ideal bir kitle var.
İki saate yakın sahnede kalan Nekropsi’yi izlerken sık sık ağzım açık kalıyor ve “İnanılmaz”, “Yok artık” ve “Vay canına” gibi tepkiler veriyorum ki bu sık yaptığım bir şey değil. Etrafıma baktığımda herkesin hayatın anlamını bulmuşçasına bir huzur içinde olduğunu görüyorum. Nekropsi’nin müziğini dinlemiyoruz, yaşıyoruz. Klasik müziğin babalarından Johann Sebastian Bach’ın doğum gününden birkaç saat sonra çıktı Nekropsi sahneye. Bach, önceki nesiller boyunca geliştirilen müzik stillerini, formlarını ve geleneklerini bir araya getirip sentezleyerek zenginleştirmesiyle bilinir. Nekropsi’nin tam da bu açıdan Bach ile ortak bir noktası var. Dünyaya bir kez daha gelsem onlar gibi müzik yaratabilen biri olmak isterdim.
Fotoğraflar: Onur Doğman