“Sesini ilk dinlediğimde ilk düşündüğüm şey ya kişiliğinde bir sorun olduğu ya da çalışması çok zor bir insan olması gerektiğiydi. Çünkü sesi keşfedilmemiş olmak için fazla iyiydi.” Robert Plant’i kuracağı grup Led Zeppelin’e dâhil etmeden önce şarkıcıyla ilgili ilk izlenimlerini böyle tanımlıyor Jimmy Page.
1968’teki o eleme gününde henüz on dokuz yaşındayken İngiltere’nin her daim gri sanayi bölgesi Midlands’dan güneşli Los Angeles’ın lüks otellerine uzanacak çılgın yolculuğun ilk adımlarını attı Robert Plant. Jimmy Page’in de ilk izlenimlerinde yanıldığı ortaya çıktı. Plant’le birlikte tüm zamanların en iyi gruplarından birini oluşturup en etkileyici şarkılarını yazdılar. Zıt kutupların birbirini çekmesiydi belki de onları yakınlaştıran. Jimmy Page siyah saçları ve sessiz tavrıyla ne kadar gizemli ve karanlıksa Robert Plant altın sarısı kıvırcık saçları, esprili cevapları ve vahşi karizmasıyla o kadar dışa dönüktü. Sahnede çiçekli gömleği ve dar pantolonuyla elleri belinde saçlarını savurup güçlü sesiyle şarkı söylemeye başladığı anda Aslan Kral’a dönüşüyordu. Seyirciyi mıknatıs gibi kendine çekip hipnotize edebilen Fareli Köyün Kavalcısı’ydı bir nevi.
Trampled Under Foot gibi cinsel göndermeler yapan saf blues şarkıları yazmasının yanı sıra “Güneş doğmak istemese bile seni hâlâ seviyor olacağım” diyebilen romantik biriydi. İskandinav mitolojisine ve J.R.R. Tolkien’e olan hayranlığı The Battle of Evermore ve Ramble On gibi şarkıların mistik sözlerinde hayat buldu. Heavy metal akımının öncüsü olarak anılsa da Led Zeppelin’in Stairway to Heaven gibi efsanevi şarkılarından Hey Hey What Can I Do gibi gizli hazinelerine kadar pek çok akustik etkili şarkısı Plant’in deyimiyle Page ile aralarındaki ‘mod uyumu’nun ürünü. İkili 1970’te Galler’de 18. yüzyıldan kalma bir kır evi olan Bron-Yr-Aur’da inzivaya çekildiğinde en ilham verici şarkıları yazdılar. Yine başka bir kır evi Headley Grange’de Stairway to Heaven’ın sözlerini bir günde yazmış Robert Plant. “Sözler elimden kâğıda dökülüyordu, orada öylece otururken onlara baktım ve neredeyse yerimden sıçrıyordum.”
Blues’u rock’a dönüştüren grubun frontmani olmak kolay değil. Zaman içinde yüksek beklentilerin ve yorucu turnelerin üstüne otel odalarının pencerelerinden dışarı atılan televizyonlar, çılgın partiler ve groupie dedikoduların eklenmesiyle bir mite dönüştü Led Zeppelin. Plant’e göre onlar canavar değildi: “Sadece iyi vakit geçirmeyi seven, hayranları tarafından sevilen ve eleştirmenlerin nefret ettiği müzisyenlerdik.”
1975’te Yunanistan’da eşi Maureen ile geçirdiği kaza ise sonun başlangıcı oldu. Achilles Last Stand’i Almanya’da tekerlekli sandalyede kaydetti Plant. 1977’de oğlu Karac’i ve ardından 1980’de grup arkadaşı John Bonham’ın kaybetmesi, müziği bırakıp öğretmen olmayı düşündürtecek kadar etkiledi Plant’i. Fakat kendini toparlayıp başarılı bir solo kariyere başladı. Bu süre zarfında Led Zeppelin şarkıları çalmaktan kaçınsa da Jimmy Page’le iş birliği yapmaya devam etti ve ikili 1994’te Page and Plant adlı projeleriyle bir araya geldi. Mısırlı müzisyenlerle Marakeş’te albüm kaydeden ikilinin 1998’deki dünya turu duraklarından biri de Türkiye’ydi.
Yıllar sonra 2007’de Robert Plant bu sefer Strange Sensation grubuyla birlikte Türkiye’ye geldi. Aynı yıl içinde Ahmet Ertegün anısına yaşayan Led Zeppelin üyeleriyle tek seferlik bir konser verdi. 2008’de ise country müziğinin ana vatanı Nashville’de bluegrass şarkıcısı Alison Krauss ile kaydettiği albüm Raising Sand, Grammy ödüllerinde en iyi albüm seçildi. 2012-2016 yılları arasında grubu Sensational Space Shifters ile Glastonbury ve WOMAD gibi çeşitli festivallerde çaldı. 2014’te çıkardığı solo albümü Lullaby and… The Ceaseless Roar ile dünya müziği, folk ve deneysel rock sularında gezdi.
Bugün Robert Plant altmış dokuz yaşında ve hız kesmeden müziğe devam ediyor. Carry Fire isimli on birinci solo albümünü 13 Ekim’de piyasaya sürecek. Biz, o otel odalarından dışarı “Ben bir altın tanrıyım” diye bağırdığı günlere şahit olamayanlar için ne güzel bir haber. İyi ki varsın Altın Tanrı.