“Tekrar başka bir hayat başlıyor”

Röportaj|

Demir Demirkan’ın ülke rock ve metal sahnesinde çok önemli bir figür olduğu yadsınamaz bir gerçek. Ne yaparsa yapsın emek vererek, üzerine titreyerek yapıyor. 2004 İstanbul adlı albümünün on beşinci yılı kapsamında çıkacağı turne öncesinde kendisiyle yaklaşan konserleri, yeni albümünü ve müziğe dair birçok şeyi konuştuk.

Öncelikle merhaba. Lafı şuradan açmak istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam 2015 yılında gittiniz Birleşik Devletler’e. O günden bugüne müzikal anlamda bir değişim yaşadığınızı hissediyor musunuz?

Tam taşınma tarihim Eylül 2016’ydı. Kompozisyonlarımda ve sözlerimde bir özgürleşme oldu. Bu tabii Türkiye dinleyicisinin algısıyla da alakalı. Daha önceden sözler çok daha nizami ve temizdi. Öyle olmadığı takdirde yayımlamak bile çok zordu. Şimdi en azından daha özgür, kendi olduğumuz ve konuştuğumuz gibi şeyler yazıp söyleyebiliyoruz. Bu sadece benim için geçerli değil, bütün müzisyen arkadaşlarım için geçerli. O açıdan pozitif bir gelişme oldu. Ama buraya gelmemle alakalı olan değişiklik bence müziğin tarzında oldu. Çok uzun zamandır sahnede bir power trio olarak çalıyorduk. Bass gitar ve davul olmak üzere ve o sounda çok alıştım, müziğimden klavyeyi çıkarttım genel olarak ve şu anda müziğimde klavye yok. İki gitar ya da tek gitar olmak üzere devam ediyorum. O soundu özellikle çok sevdim. Nedenini bilmiyorum ama dört kişi yerine üç kişi sahneye çıktığımda müzik daha sert oluyor. O da tuhaf bir şey. Daha fazla gürültü yapabiliyorum ve daha sert müzik yapabiliyorum. Bir bass gitarist ve davulcuyla çalmak bana daha büyük bir özgürlük tanıyor. Şimdi yapacağımız İstanbul 2004 turnesinde albümün tamamını çalacağız. Bazı bölümleri iki gitarın çalması gerekiyor. Dolayısıyla sahnede bir tane daha gitarist arkadaşım olacak

Demir Demirkan’ın Amerika’daki bir günü nasıl geçiyor?

Ooof! (gülüyor) Benim 2016’da bir oğlum oldu. Kırk üç yaşındaydım. Kırk üç yaşıma kadar da hayatımda çocuğum olmasın diye bir prensibim vardı ama hayatımda böyle bir güzellik oldu. Her şey değişti tabii ki haliyle. Müthiş bir şey. Ama onun getirdiği zorluklar ve sorumluluklarla beraber hayat çok değişiyor. Çok daha az başına buyruk olabiliyorsun. Hatta hiç başına buyruk olamıyorsun çünkü çocuğa tabi oluyorsun. Onun için hayat çok değişti. Sabahtan itibaren kalktığımda oğlumu okula gönderene kadar genellikle onunla ilgileniyorum. Ondan sonra kendime konsantre oluyorum. Spor hayatımın değişmez bir parçası ve hep var. Arkasından da eğer yazma, çizme, bir şeyler üretme gerekiyorsa stüdyoya girip onlarla uğraşıyorum. Daha önceden planlanmış bir şeyler varsa onları yapıyorum. Zaten saat 15.30 / 16.00 gibi bana ayrılan süre bitmiş oluyor çünkü oğlum okuldan geliyor. (Gülüyor) Tekrar başka bir hayat başlıyor. Çalışma saatlerim eskiden on üç saati bulurken şu anda beş saatlere düştü ama bana yetiyor açıkçası. Çünkü düşündüm ve şunun farkına vardım: Yıllardır o kadar fazla çalışmışım ki artık çok daha hızlı üretebiliyorum. Odaklanmam çok daha netleşti ve keskinleşti. Özellikle yazarken ya da gitar çalışırken bunu daha net bir şekilde hissedebiliyorum. Fakat hayatımda ikiye bölünmüş durumdayım. İş hayatı ve aile hayatı gibi. Özellikle turnelere çıkınca bunun aile hayatında bir etkisi oluyor çünkü bir ay turnede oluyorum ve o süre zarfında da evden uzak kalıyorum.

Yakın zamanda 2004 İstanbul albümünün on beşinci yılı kapsamında Türkiye’de turneye çıkacaksınız. Size bu turnede orkestranızda kimler eşlik edecek? Hangi şehirlere uğrayacaksınız? 2004 İstanbul albümü için Avrupa’daki dinleyicileriniz için de bir turne düzenlemeyi düşünüyor musunuz?

Çok hızlı gelişti. Aslında böyle bir turne fikri yoktu. En son Türkiye’de bir Bursa konseri yaptım. Bursa Festivali’nin açılışını yaptım. O turnede menajerim Emrah Günkaya ile konuşup “Böyle bir şey var. Bu on beşinci yılı kaçırmayalım” diye bir fikir geldi aklımıza ve hemen bir turne düzenledik. Tabii ki bütün şehirlere gidemiyoruz. Sadece yedi tane şehir var şu anda. Bu turne kapsamında 16 Ekim’de Eskişehir’de, 17 Ekim’de Ankara’da, 18 Ekim’de Çorlu’da, 19 Ekim’de Tekirdağ’da, 23 Ekim’de Edirne’de, 24 Ekim’de Kocaeli’de ve 25 Ekim’de de İstanbul’da olacağız. Bu arada bunları açıklamaya başladığımda bütün Bursalı izleyicim, İzmirli, Adanalı izleyicim “Niye buraya gelmiyorsunuz?” dediler. Antalya’dan çok istek var ama onlara ayrı bir turne tekrar yapacağız. Bu on beşinci yılı aşacak tabii ama tekrar aynı konseri yapmayı düşünüyorum. On altıncı yıl olsun benim için fark etmez. (Gülüyor) Yeter ki gidip çalalım ve bu şarkıları beraber söyleyelim. Avrupa için ise biraz daha vakit var. Şimdi sırada singe çalışmaları var. Kasım ayında bir single çıkaracağım ve onun arkasından da iki tane daha singe yayımlayacağım. Turne için Türkiye’ye tekrar geleceğim. Avrupa şu sıralar ikinci planda ve açıkçası şu aralar Türkiye’ye konsantre olmuş durumdayız. Konser ekibi şu şekilde olacak: Arbak Dal davulda. Bass gitarı Eskişehir ve Ankara’daki ilk iki konserde Levent Candaş, geri kalan konserlerde ise Kerem Tüzün çalacak. Bir de gitarcı arkadaşım var Serkan Gürüzümcü. Onunla da uzun yıllardır çalıyoruz zaten. Eskiden Model grubundaydı. Model’in ilk iki albümünde var. Konsere dört kişi çıkacağız ve konserin ilk yarısında 2004 İstanbul’un tamamını arka arkaya çalacağız. Konserin ikinci yarısında ise Aşktan Öte’den Rüzgâr’a kadar olan diğer parçaları çalacağız. Yani bu sadece bir 2004 İstanbul konseri olmayacak.

Biraz yeni albümünüzden bahsedelim. Nerede kaydedildi? Elysium in Ashes ismi nereden geliyor?

Yeni albümü Austin’de yazdım. Türkiye’ye gelip Babajim ve BahçeKat stüdyolarında Kerem Tüzün ve Arbak Dal ile beraber trio olarak kaydettik. Elysium in Ashes ismi ile ilgili olarak da şunları söyleyebilirim: Elysium, Yunan Mitolojisi’nde büyük kahramanların ve savaşçıların öldükten sonra gittikleri cennete verilen isim. O cennetin yanması söz konusuysa artık kahramanlar öldükleri zaman bir cennete gidemeyecekler. Bu artık günümüzde kahramanların ve kahramanlığın yok olması ve kahramanlara gereken değerin verilmemesiyle alakalı. Aslında bir serzeniş gibi bir şey bu isim. Tabii ki sadece savaşçılardan bahsetmiyorum, her türlü kahraman olabilir. Sanat dalında, bilim dalında ya da herhangi bir dalda.

Açıkçası kendi adıma bu kez bir önceki albümünüz olan War-3 Awakining gibi bir çalışma beklerken oldukça sert ve muazzam bir sound ile geri döndünüz. Neredeyse metalin her türüne atıfta bulunan şarkılar mevcut albümde. Bu keskin sound değişikliğinin bir nedeni var mı?

Eskiden müziği gruba göre düzenlemiyordum. Eskiden müziği yapıyordum, ona göre grup kuruyordum. Şimdi sahnedeki grubuma göre parçaları yazıp düzenleyince ve kaydedince sahnedeki soundu kaydetmiş oluyorum ve bence doğru olanı bu. Diğeri biraz daha kompozisyon ve aranjman kafasıyla yapılıyor. Şimdi yaptığım şey ise daha çok canlı çalmak. Zaten albümü de canlı kaydettik. Babajim’da hepimiz canlı çaldık albümü. Üstüne ben tekrar gitarları çalıp ‘overdub’larını yaptım. Yani davul, bas ve gitarın bir kanalı canlı kaydedildi. Onun için o soundu albüme yansıtabilmek aslında çok kolay bir şey değil, çünkü sahne olmadığı zaman yüksek ses olmadığı zaman ya da seyirci olmadığı zaman o enerji albüme geçmiyor. Niyetim oydu açıkçası. O yüzden senin de dediğin gibi biraz daha sert bir albüm oldu. Hoşuma da gidiyor bu durum. Daha sert olabilir açıkçası. Sakınmamak lazım.

Son iki albümünüz baştan sona İngilizce sözlü. Türkçe ve İngilizce beste ve söz yazımı arasında matematiksel olarak sizce bir fark var mı? Varsa nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şarkı formu olarak çok fazla bir değişiklik yok ancak dilin getirdiği sözlerle ve melodinin yapısıyla alakalı olarak melodilerin ölçü bölünmeleriyle tabii ki de farklılıklar oluyor. Çünkü Türkçe konuşurken akış başka, İngilizce konuşurken akış başka. O yüzden melodide farklılık biraz oluyor haliyle. Hâlâ bize ait olan, bizim yörelere ait olan ezgileri kullanabiliyorsun. Çok bir fark olmuyor ama dediğim gibi ritmik bölünmeleri birazcık farklı oluyor melodinin. Söz yazımının kendisinde çok büyük farklılıklar oluyor. Yani Türkçe’de “Sevdiğim bir kız vardı, olmuş bir kahpe” gibi bir sözü İngilizceye çevirmek ya da o şekilde söylemek mümkün değil. Onun için kafamı değiştirmem gerekiyor yazarken. Yani başka bir yaklaşımla ve anlatımla söz yazmaya girmem gerekiyor. Haliyle ortaya anlatım farklılıkları ve konu farklılıkları çıkmaya başlıyor. Aslında bu çok temel bir farklılık. Mesela şimdi üç tane Türkçe single yazdım. Bizim büyürken maruz kaldığımız deyimler, sokak lisanı, edebiyat tabii ki çok çok farklı ve onlarla alakalı bir üretime ve anlatıma girdiğin zaman konu seni alıyor, bambaşka bir yere götürüyor. O yüzden çok farklı tabii. İngilizceye girdiğim zaman da bu sefer onun edebiyatı, onun buradaki sokak terimleri ve onun deyimleriyle ilgili konu buralara ait bir yerlere gelmeye başlıyor. Farkı bu.

Uzun yıllardır rock & metal sahnesinin önemli figürlerinden birisiniz. Türkiye’den bir zamanlar yeraltı metal grupları çıkarken uzun süredir yeraltı metal piyasası bir sessizlik içerisinde. Yeni nesil daha alternatif işlerle ya da rap ile meşgul. Bunun sizce bir nedeni var mı? Mesela neden Türkiye’den bir türlü bir Pentagram daha çıkamadı?

Pentagram’ın bir tane daha çıkmaması bence günümüzle alakalı olan bir şey değil. Normalde de çıkmaması lazım zaten. Mesela Metallica’dan da bir tane var. Bir de artık günümüzde müziğin dağıtımından ve müzisyene olan ilginin farklılaşmasından dolayı dünyada da star çıkmamaya başladı. Yani Madonna gibi Michael Jackson gibi çok büyük starlar olamıyor. Büyük starlar oluyor, büyük gruplar çıkıyor ama hiç birisi Metallica kadar ya da Michael Jackson kadar büyük isimler olup kültüre damgasını vuramıyor.

— — — 
“Evimize girecek kadar büyük bir starlık olayı kalmadı. Bunun sebebi şu anda internetin ve bilgi akışının çok hızlı olması. Ayrıca bu hızın içerisinde de kafamız bir sürü şeyle haşır neşir oluyor. Onun için ‘Türkiye’den neden bir tane daha Pentagram çıkmıyor’ sorusunun cevabını aramak hata. Bunu beklemek de bence gereksiz. Bu beklenti bizi boşa çıkaracak ve sonucunda da mutsuz olacağız.”
— — —

Bu arada kesinlikle söylemem gereken bir şey var. Türkiye’de çok ciddi metal grupları var. Rusya’dan tutun Avrupa’ya kadar her yerde festivale gidiyorlar. Aslan gibi de sağlam müzik yapıyorlar. Açık konuşmak gerekirse ben öyle çalamam, onlar gibi müzik yapamam ve bunu bütün yaşıtım olan arkadaşlarımla da paylaşıyorum. Bunlara örnek yenilerden Frozen Clouds var. Bazı Pentagram konserlerinin öncesinde çıkıyor ve çok iyi bir grup. Şu anda adı aklıma gelmeyen başka gruplar da var. Bu arada daha çok alternatif ya da daha çok arabesk tepkimeli rock gibi olan işlerin bence olma sebebi, kültürün oraya doğru akması. Şu an Türkiye’deki baskın kültürde müzisyenin başka bir çaresi yok. Yani genç birisi o kültüre maruz kalarak kendi kişisel yapılanmasını geliştiriyorsa yazdığı şeyler de öyle olacak. Bunun üzerine de şöyle bir şey ekleniyor: “Nasıl bir şarkı yazsam?” / “Şu ismin şarkısı çok güzel oldu, ben de ona benzer işler yapayım da ben de onun gibi büyük sahnelerde çalayım.” Bunun gibi şeyler de işin içine girmeye başladığı zaman artık çığ gibi büyüyen bir üst kültür oluşuyor.  Ama tabii tabana indiğimde kesinlikle daha alternatif, daha metal işler var. Özellikle Spotify’da “Bir sonraki trendi keşfetmeye çalışan playlist tarzında bir şey var. O listelerde daha yeraltı işler oluyor. Dediğin gibi bunun içinde birçok rap de var ama acayip güzel alternatif şeyler de var. Çok metal yok. Metal grupları genelde kendi Youtube kanallarında ya da sahnelerde takılıyorlar. Dediğim gibi Avrupa ve Rusya’daki festivallere giden gruplar var. Çok enteresan bence bu. Biz yapmıyorduk mesela bunu Pentagram’la. Türkiye’de çalıyorduk biz, Avrupa’ya çok az gitmişizdir.

Turneye geldiğinizde sizi bir Pentagram konserinde sahnede görebilecek miyiz ?

Evet. 12 Ekim’de yapılacak olan Dorock XL konserinde çalacağım. Bir tek ona denk getirebiliyorum. 16 Ekim’den itibaren de benim turnem başlıyor. Turneden döndüğümde de belki kalabileceğim tarihler var ama Amerika’ya dönmeden önce yayımladığım tekliklerin kliplerini çekeceğim. Keşke daha çok olabilseydi.

Müzikal kariyerinizde geriye dönüp baktığınızda gelişen teknoloji ile birlikte geldiğiniz noktayı müzikal anlamda nasıl görüyorsunuz?

Teknoloji iki taraflı. Hem üretimde var, hem de müziğin dinlenme şeklinde var. Bir single piyasasından bahsediliyor. Hangi şirketle, hangi menajerle bir araya gelseniz “Artık piyasa single piyasası” gibi bir laf dönüyor. Bu demek oluyor ki dinleyici sanatçının sadece tek bir şarkısını dinliyor. Tamam! Ama ben albüm yapmak istiyorum açıkçası. Şirketler ya da birlikte çalıştığın kişiler tarafından her seferinde bir hit üretme gibi bir dayatma var, ama albüm yaptığında hit formatında üç – dört şarkı yapıp kalan şarkıları bambaşka formatta yapabiliyorsun. Orada uçabileceğin parçalar oluyor ve sanatsal tarafı daha ağır basan parçalar olabiliyor. Üç buçuk dakikanın üzerinde belki de altı dakikalık parça yapmak istiyorsun ve albüm yapmak size bu olanağı tanıyor. Bu single piyasası dayatması da teknoloji ile beraber geldi. Yani Apple Music ve Spotify gibi streaming servisleriyle. Dolayısıyla bu biraz üretimin derinliğini kısıtlıyor. Oradan biraz dertliyim, ama üretim hızına bakarsanız da protools’u bilgisayarda açtığın zaman o bütün davul programlarından tutun da sounda kadar hiçbir şeye ihtiyacınız olmadan dört – beş saatte parça çıkıyor. İnanılmaz bir hız bu. Hatta ikinci günün sonunda parçayı finalize edip parçayı piyasaya çıkacak hale getirebiliyorsun. İşin pozitif yanı da bu.

Yani bu durumda şunu diyebilir miyiz? “Bir müziğe hızlı ulaşmak sanatçılar üzerinde bir baskı yaratıyor. Nasıl ki fast food var, fast fashion var, maalesef fast music diye de bir sektör doğmuş oldu.”

Bence tam olarak öyle bir şey. Bakkal gibi “Ne lazımsa onu yapıyoruz” tarzında değil. Üretimimi o şekilde kısıtlamıyorum ama süreyi kısıtlıyor. Şöyle açıklayayım: Genelde altı dakika yerine üç buçuk dakikalara getirmeye başlıyor parçanın süresini. Bu durumda şarkının sunumunda şarkıyı daha çabuk algılanabilir hale getirmeye çalışıyorsun. İçeriğinden bahsetmiyorum tamamen aranjmanından ve sound yapısından bahsediyorum. O yüzden burada ki o kısıtlama biraz kasıyor ama içerikte hâlâ özgürüz. Özellikle sözel ve melodik olarak hâlâ istediğimizi yapabiliyoruz. Sadece işte örneğin solosu, introsu, soundu ya da o aradaki geçen müzikal bölümler falan artık onlar yavaş yavaş gitmeye başladı ki çok da iyi bir şey değil bu. Gerçek müzik dinleyicisi için iyi bir şey değil. O yüzden de ben hâlâ diretiyorum albüm de albüm diye. Yani bundan sonra kesinlikle albüm yapacağım çünkü single – single gidemem. Olmaz öyle bir şey. Ben dayanamıyorum ve açıkçası içimden de gelmiyor.

Kendim bir dinleyici olarak da dinleyecek müzik bulmakta zorlanıyorum artık. Yani kaliteli müzik ya da kaliteli müziği de geçtim iki üç enstrümanın düzgün bir şekilde bir araya geldiği bir şeyi bulmak neredeyse imkânsız hale geldi artık. Dinleyici gözüyle baktığınız zaman, bu konu ile ilgili olarak neler söylemek istersiniz?

Hit üretme mecburiyeti bence dinleyiciyi de kasıyor. Yani sürekli şarkı listelerine girip de orada sayıyı artırmak üzere yapılmış şarkıları dinlemekten ben de dinleyici olarak sıkılıyorum. Ben düzgün müzik dinlemek istiyorum. Mesela bir şey keşfediyorum ve daha da ilerisini keşfetmek için tek yapabildiğim Spotify’ın “bana önerdiği listelere” bakmak oluyor. Bu da tamamen bir yapay zekânın bize dediği şeyleri yaptırması anlamına geliyor.

[spotifyplaybutton play=”https://open.spotify.com/album/3gJIripz59ABnQFWW9nj6R?si=8qxppJdKQSa9qNFcBIJnJw”/]

Son olarak, İngilizce parçalarınız özelinde tekrar senfonik bir çalışmanız olacak mı?

O talep aslında senfoni orkestrasından geliyor. Tabii ki ben oturup düzenleyebilirim ya da birine düzenletebilirim parçaları senfoni orkestrasına göre. Ama onu çalacak ve repertuarına alacak bir orkestra yoksa bunu yapmanın bir anlamı da yok. Biz sadece onun midi hallerini evde dinleyebiliriz. O talep oluştuğu takdirde bunu yapması oldukça kolay. Bir ay sonunda zaten yapılabiliyor. Oturup buna konsantre olduğunuz zaman parçalar senfoni orkestrasına adapte edilebiliyor. Keşke olsa vallahi. Süper olur, ama İngilizce parçalara Türkiye’deki izleyicinin çok fazla rağbet ettiğini düşünmüyorum. Mesela kemik bir rock dinleyicisi ağırlıklı olarak Elysium in Ashes dinliyor. Hatta bu benim için biraz da korkutucu: “Bundan sonra Demir Demirkan böyle şeyler mi yapacak” deyip benden umudu kesme taraftarı olabilecek insanlar bile olabilir. Öyle bir şey yok tabii ki de. Benim ara sıra İngilizce bir şeyler yapmam biraz kafa karıştırıyor.  İngilizce bir şeyler yapmam ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemiyorum ama bildiğim tek bir şey var ki o da kafa karıştırdığı.

Comments are closed.