The Irishman: Efsanelerin bir aradaki son perdesi

Göz|

Her şeyden önce şuradan başlayalım: Al Pacino. Robert De Niro. Joe Pesci. Kamera arkasında Martin Scorsese. Bu ekibi bir arada görmek, artık seksenli yaşlarına merdiven dayamış bu efsanelere yeni bir projede tanık olmak çok değerli. The Irishman’de bardağın dolu tarafına bu noktayı eklemeden olmaz.

Film üç buçuk saat sürüyor. İzlemek, durmaksızın izlemek benim gibi senaryodaki dönemin ve oyuncu kadrosunun hayranı olan biri için zor olmadı ancak eminim doksan dakikalık filmde bile ara bekleyen geniş sinema kitlesi için hiç kolay değildi. Bunun bir miniseri olarak sunulması daha iyi olabilir miydi ya da olmaz mıydı? Scorsese’nin zaman bağımsızlığını 1990 yapımı Godfellas’tan biliyoruz. Ancak bu kez Godfellas’ın da bir saat ötesinde süren yapım var karşımızda. Netflix etkisi de diyebiliriz. Hollywood’daki herhangi bir majör firma bu kadar uzun bir filmi vizyona sokmak istemezdi. Yeri gelmişken Scorsese’nin filme dair ilk görüşmeleri yaptığı şirketlerden iki yüz milyon dolara yaklaşan bütçe nedeniyle ret aldığını da belirtelim. Filmin uzunluğu bir dijital platformda yayımlandığı için yönetmen açısından sorun teşkil etmedi özetle.  

The Irishman’in merkezinde Al Pacino’nun ustalıkla hayat verdiği, set aralarında telefonunda onun konuşmalarını dinlediği, rolüne sıkı çalıştığı Jimmy Hoffa var. Onun hikayesini ilk 1992 yapımı Hoffa filminde izlemiştik. Jack Nicholson’ın hayat verdiği filmin sonunda Detroit’teki bir restorana girip ortadan kaybolan bir Hoffa ile şimdi tekrar kamyoncular sendikasını kurmak için sarf ettiği çabalara odaklanan film aracılığıyla tanışıyoruz bir kez daha.

1992’deki film Hoffa’nın kendisi kadar sırlarla bitiyor ve sondan çok hikayenin başıyla ilgileniyordu. Hoffa’ya ne olduğu konusu henüz aydınlanamamışken Martin Scorsese The Irishman ile karşımıza çıkıveriyor. Yazar Charles Brandt‘ın Frank Sheeran ile yaptığı röportajlara dayanan I Heard You Paint Houses adlı kitabından uyarlanan filmde Scorsese, Hoffa hikayesinin başından çok sonuyla ilgileniyor.

Kamyoncular Sendikası Başkanı Hoffa hakkında çıkan organize suç örgütleriyle yakın ilişki ve onlar tarafından öldürüldüğü söylentilerinin perde arkasını aralayan film tam üç buçuk saat boyunca üç, hatta dört farklı zaman aralığına aynı oyuncularla giderek ve yakın planda zamanın etkisini suretlere yansıtarak ilerliyor. Ancak bu yoğun bir hikaye örgüsüyle karşı karşıya kaldığımız anlamına gelmiyor. Hatta çoğu zaman gereksiz uzatıldığı hissine kapılıyoruz.

Her fırsatta yeni sinema anlayışının basitliğinden yakınan, geleneksel sinema anlayışını savunan, hatta izleyiciyi kendi filmi için “Lütfen telefonunuzdan izlemeyin” şeklinde uyaran yönetmen, eleştirdiği yapımları bünyesinde barındıran Netflix ile çalışarak da eleştirilerin odağı oluyor, diyebiliriz.

Yine de oyuncu kadrosu ve müthiş oyunculuk, CGI yöntemiyle yapılan gençleştirme teknikleri ilgiyi toplamaya yetiyor. Mekan kullanımı ve dekorun mevcut üst düzey ışık kullanımıyla birlikte yükselen etkisi izleyicisi anlatılan hikayeden bağımsız olarak etkiliyor. Elbette bir de bu kadronun bir daha başka bir ortak yapımda bir arada görülme olasılıklarının hayli düşük olması da The Irıshman’i başka bir kategoriye taşıyor.

Bir huzurevinde mafya ve Hoffa ile olan ilişkilerinden bahseden Frank Sheeran’ı Robert De Niro canlandırıyor. Filmin açılışından kapanışına kadar De Niro bizi bırakmıyor. “Kanla boyayana kadar evleri boyatmak isteyen birinin gerçek anlamda evini boyayacağımı düşünürdüm, bunu yaptığım da oldu.” repliğiyle başlıyor film. Basit bir kamyon şoförüyken yaptığı bir hırsızlık ile avukat Bufalino ve onun aracılığıyla da gangster Russell Bufalino (Joe Pesci) ile tanışan Frank bir anda kendini mafyanın içinde buluyor. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya cephesinde savaşan ve “çok adam öldüren” Frank mafya babası Russell’ın ilgisini çekiyor. Frank, Russell Bufalino için çalışan bir tetikçiyken Hoffa’nın sağ kolu ve oradan da Hoffa’nın başkanlığını yaptığı sendikanın yöneticisine dönüşüyor. 

Jimmy Hoffa (Al Pacino) ve Frank Sheeran (Robert De Niro)

Seyirciye sendikacılığın mafya bağlantısını dünyadaki en önemli örneğiyle anlatıyor film. Hoffa ile örgütlenen Kamyon Şoförleri Sendikası’nda ve yargı-mafya-siyaset sarmalında yaşananları Kennedy Suikastı ve Watergate Skandalı gibi ülke tarihini derinden sarsan politik olaylar ışığında anlatıyor. Filmde mafyanın başkanlık seçimlerine nasıl müdahale ettiği, ülke ekonomisinde nasıl söz sahibi olduğu, Başkan John F. Kennedy ve Adalet Bakanı olan kardeşi Robert Kennedy’nin mafya babalarını nasıl köşeye sıkıştırdığı ve bu sebeple Kennedy’nin mafya eliyle nasıl suikaste kurban gittiği özellikle vurgulanmış. 

Filmde De Niro, Pesci ve Pacino ustalıklarını konuşturuyorlar. Yavaş ilerleyen bir hikaye bizi dönemin hızına adapte etmeye çabalıyor. Yine de film süresinin uzunluğundan bağımsız olarak ekstra yavaş gidiyor. De Niro’ya yapılan gençleştirme tekniği muazzam görünmekle birlikte aksiyon hızında bir değişiklik olmadığı için genç sahnelerde aktör yavaş kalıyor. Filmde ayrıca Harvey Keitel, Bobby Cannavale ve Stephen Graham’ı da görüyoruz ama yeterince değil. Sanki daha fazla hikayede olmalılardı. Onlara doyamıyoruz.

Scorsese bu merakla beklenen yeni filmini Goodfellas veya Casino kadar akıcı ya da ilgi çekici yapamamış görünüyor. Ancak mafya filmlerini özlediği ve The Irishman için ne kadar çalıştığı da gözlerden kaçmıyor. Arada belirttim ama son cümle her zaman daha fazla akılda kalır. The Irishman’i izleyin. Hikayeden, süresinden, dönem karmaşasından bağımsız olarak izleyin. Çünkü bu kadronun size birlikte son selamı olabilir.

Comments are closed.