Üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Evet birazdan yazacağım beş kelime çoğu zaman, çoğu durum için kullanılıyor ancak şu an tek geçerli gerçek olduğundan eminim: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Kahramanmaraş merkezli depremde on binlerce insanımız hayatını kaybetti. On binlerce insanımız yaralandı. Milyonlarca insanımız yakınlarını, sevdiklerini kaybetti. Binlerce insanımız kayıp. Tekrar ediyorum: Kayıp. Enkaz altından ne canlı olarak ne de ölü olarak çıkarılamamış binlerce insandan bahsediyorum. Tarihi bir acı yaşıyoruz. Belki de şu an, her ne kadar üzerinden bir aydan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, bu acının tam olarak farkında değiliz. Zaman her şeyin ilacı derler. Şimdi değil. Şu an değil. Zamanla daha da büyüyecek, tüm bedenimizi esir alacak bir acı bu. Yakınlarını kaybedenler için özellikle. Dün akşam Twitter’da bir video düştü önüme. Bir baba. Enkaz altında kalan kızı kendisine sesli mesajlar bırakmış. Babaya çok sonra ulaşmış bu sesli mesajlar. Çünkü telefonlar çekmemişti bir süre. O mesajı dinliyor ve kendisiyle yapılan röportajda çaresizce ağlıyor baba. Bu acıyı tahmin etmek zor değil, ancak o babanın acısına ortak olmak çok zor. Hayatı boyunca dinleyecek o mesajları. Çaresizce. Zamanı geri almak istercesine. “Kızım hayattaydı. Kurtulabilirdi. Ancak çok geç gittiler. Kurtaramadılar” diyor baba. Bu acı hepimizin yakasındadır. En çok da bu büyük yıkımda sorumluluğunu olan herkesin.
Deprem ülkemizin çok büyük bir bölümünde yıkıcı etkisiyle karşımıza çıktı. Eminim hepimizin ailesi ya da bir yakını ya da bir arkadaşının yakını depremden etkilenmiştir. Benim de arkadaşlarım arasında ailesini, yakınlarını kaybedenler oldu deprem nedeniyle. Onların acılarının tanığıyım. Enkaz altında kalan yakınlarını çaresizce kurtarmaya çalışan, günlerce umudunu koruyarak güzel haberler bekleyen arkadaşlarım oldu. Maalesef birçoğu yakınlarının cenazesine ulaşabildiler. Şu an bile yakınlarının cenazesine ulaşamayan tanıdıklarım var. Hepsinin söylediği kurtarma ekiplerinin yetersiz olduğuydu. Deprem sonrasındaki kurtarma sürecinin yetersiz kalması nedeniyle binlerce insanımızı kaybettik. Az önce dediğim gibi tüm bu acılar bizden çok uzakta değil. Yakamızda. Unutmayalım. Unutturmayalım.
İnsanlar acılarını yaşıyor hala. Henüz her şey çok taze. Bir yandan da hayat devam ediyor. Hayatta kalanlar da çadır, temiz su, tuvalet ve banyo ihtiyaçlarının tam olarak karşılanmadığından şikayet ediyor. Depremin yıktığı yerde hayatın normale dönmesi zaman alacak. Yaraları sarmak, yaraları iyileştirmek zaman alacak. Şubat 2023 öncesine dönmek ise belki de imkansız olacak. Bu kadar büyük bir acının üzerine normalleşmek hiçbirimiz için mümkün görünmüyor. Ama dedim ya hayat da bir yandan devam ediyor. Binlerce insan, yüzlerce sivil toplum örgütü, belediyeler, devlet kurumları deprem bölgesindeki yaraları sarmaya çalışıyor. İnsanlar kendi çabalarıyla eksiklikleri kapatmaya çalışıyor. Binlerce insan evinden barkından oldu. İşsiz kaldı. Devam eden hayat içerisinde eksikliklerin bir an önce kapatılması ve insanların bu soğukta en azından başını bir yere sokabilmesi, çadır bulabilmesi mümkün hale gelmeli. Sosyal medyada, kimi haber kanallarında deprem bölgesinde hala insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamadığına dair haberler görüyoruz. Bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen bu eksikliklerin halen kapatılamamış kabul edilebilir değildir.
Ben bu yazıyı depremin ilk günlerinde de yazabilirdim ancak insanların nasıl bir çaresizlik içinde bırakıldığını gördükçe kendimi kaybediyordum. Elim böyle bir yazıya yeni gidiyor. Kendimi ancak toparlayabiliyorum. Orada annesini, babasını, ailesini kaybeden arkadaşlarımı teselli etmeye çalışırken hissettiğim çaresizliği otuz altı yıllık yaşamımın hiçbir anında hissetmedim. Bu yazıyı yazıyorum çünkü tarihe not düşmek istedim. Bu acıların içinde yaşayacağımızı, yaraları birlikte sarmamız gerektiğini, acıları birlikte paylaşacağımızı kendime de hatırlatıyorum böylece. Tekrar ve tekrar.
Söylenecek çok şey var. Ama belki de en önemlisi herhangi birisinin bu felaketten dolayı sorumluluk hissedip istifa etmesi gerektiğidir. Binlerce bina yıkılmışken, binlerce insan ölmüşken, yüzbinlerce insan yaralanmışken, milyonlarca insan için artık hayat aynı hayat olmaktan çıkmışken bir kişinin bile sorumluluk hissedip istifa etmemesi “Ben bu işi doğru düzgün yapamadım” diyerek özür dilememesi yaşamın akışına aykırı bir durumdur. Birkaç inşaat firmasının sahibini gözaltına alarak, yargılayarak bu büyük felaketin faturasını ödemek mümkün değildir.
Deprem sonrasındaki acı tabloda tanıdığımız insanlar acılarına ortak olmanın ötesinde hiç tanımadığımız insanların acılarını da derinimizde hissettik. Ne yazık ki bu konuda binlerce örnek var. Onlardan biri de depremden günler sonra enkaz altından sağ çıkarılan Ufuk Bayraktar’ın anlattıklarıydı. Eşini kaybeden Bayraktar, hastanede kendisine uzatılan mikrofona şunları demişti: “Son sohbetmiş. İkimiz de bilemedik. Güzel anılardan konuşuyorduk. Eşimin son sözü ‘Bir kahve mi yapsak acaba’ oldu. Ondan sonra deprem başladı. Sadece çığlığını duyabildim. Ondan çok özür diliyorum. Veda edemedim ona. Çok özür diliyorum. En azından veda edebilmek, cenazesinde bulunmak, mezarına kendim yerleştirebilmek isterdim. En azından buna hakkım olmalıydı. Deprem böyle lanet bir şey.”
Deprem kader değildir. Deprem bu coğrafyanın bir gerçeğidir. Deprem gerçeğinde yaşayan bir toplumun da bu gerçeğe uygun olarak bina yapması, yaşam alanları oluşturması gerekmektedir. Son cümlede bir tekrar yapmak istiyorum. Unutmayalım. Evet, hepimiz normal yaşamlarımıza geri dönmek, rutini yakalamak zorundayız. Ancak unutmayalım.