12 Years a Slave’den tanıdığımız İngiliz yönetmen Steve McQueen’in 2011 tarihli filmi Shame garip anlarla ve güzel müziklerle dolu bir film.
Başroldeki Michael Fassbender ve Carey Mulligan’ın güçlü oyunculukları, Sean Bobbitt’in başarılı sinematografisi ve tabii ki McQueen’in vizyonu filme eşlik eden müziklerle birleşince beklenmedik bir şekilde çarpıcı, etkileyici bir film çıkıyor karşımıza. McQueen film boyunca gerek kendisiyle bütünleşmiş uzun çekim tekniğini kullandığı sahnelerle, gerek karakterlerin psikolojilerini anlatmak için bir araç olarak kullandığı on beş şarkılık soundtrack ile hikâyeyi anlatıyor.
Grafik sahnelere ve harekete geçirici müziğe rağmen Shame yer yer sessiz bir film gibi gelebiliyor. Sadece bu bile filmin barındırdığı zıtlıkları fark etmek için yeterli. McQueen aksiyonları tabiri caizse gözümüze sokarak, duyguları ise ince mimiklerle, sözlü göndermelerle ve tabii ki müzikle sezdirerek anlatıyor.Fassbender’ın canlandırdığı New Yorklu seks bağımlısı Brandon’la tanıştığımızda İngiliz besteci Harry Escott’un bir saat tik takı gibi tekrar eden ritmiyle ve ürpertici yaylılarıyla fonda çalan Brandon adlı eseri bize karakter hakkında fikir vermeye başlıyor bile.
Bitmek tükenmek bilmeyen cinsel isteği ve huzursuzluğuyla beraber içinden çıkamadığı bu döngüyü temsil ediyor bir nevi. Metroda bakıştığı kız ile aralarında geçen sözsüz diyalog ise bir sinematografi harikası. Sadece doğru mimikler, doğru montaj ve doğru müzikle tüyler ürpertiyor, merak uyandırıyor ve baştan çıkarıyor.
Bu kadar karışık hisleri bir arada yaşatan filmin soundtrack’i de tıpkı kendisi gibi. Klasik, disco, jazz… Escott’ın orkestral fon müziği ilk bakışta birbiriyle çok alakasız gözükebilir ama her bir şarkı karakterlerin yaşadıklarıyla paralellik içinde ve onlarla ilgili bize ipuçları vermekte. Örneğin Brandon bir gün evine geldiğinde her zaman dinlediği klasik müzik yerine ’70’lerden bir disko hiti I Want Your Love çalıyor. Bunu plağa koyan kişinin Brandon’ın davetsiz misafiri ve bir tanecik kız kardeşi Sissie olduğunu anladığımızda sadece şarkının tarzı bile bu karakteri çözümlememize yardımcı oluyor.
Carey Mulligan’ın canlandırdığı Sissie’nin bir kulüpte alışılmışın dışında yavaş tempoyla ve duygulu bir şekilde yorumladığı New York New York, Brandon’ı ağlatırken bu ikilinin geçmişini ve aralarındaki ilişkiyi açık açık anlatmadan bir şeyler hissettirerek kavramamızı sağlıyor. Brandon karakterinin belki de çocukluk travmalarını hatırlattığı için bir türlü barışamadığı Sissie tıpkı şarkıdaki gibi umut dolu ve bir yere bağlanma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Bunda başarılı olmasında ona yardımcı olabilecek en son insan maalesef Brandon. Duygularından seks dışında Bach’ın Goldberg Varyasyonları eşliğinde metrelerce koşarak kaçabiliyor ancak. Usta piyanist Glenn Gould’dan dinlediğimiz bu eserler, Brandon’ı en sapkın bulduğumuz anlardan sonra kırılgan yönünü görerek ona sempati duymamızı ve acımamızı sağlıyor.
O, bir yandan güzel giyinip işine giden ve eve gelince plağını koyup klasik müziğini dinleyen biri. Diğer yandan da bilgisayarı sadece porno izlemek için açan ve duygusal bağ kurduğu bir kadınla yakınlaşamayan zavallı bir adam. Belki de nedenini Sissie filmin sonunda söylediği bir cümleyle açıklıyor: “Biz kötü insanlar değiliz. Sadece kötü bir yerden geliyoruz.”