Yeter ki sonu iyi bitsin

Göz|

Tarantino imzalı 1994 yapımı Pulp Fiction zihinlere kazınan afiş tasarımı, uzun yıllar taklit edilen Twist figürleri ve dilimize pelesenk olan müzikleriyle belki de içinde yaşamakta olduğumuz dünyanın en meşhur filmlerinden birisi. Tarantino’yu Tarantino yapan bir başyapıt aynı zamanda Pulp Fiction.

Aslında hiçbir şey anlatmaz ya da şöyle diyelim, evet her film kadar bir konusu vardır işte. Daha doğru bir şekilde ifade edecek olursak filmi başyapıt yapacak bir konusu yoktur. Konusu yoktur ama bir ana fikri vardır. En başından en sonuna kadar işlenen sadece bir ana fikri vardır Pulp Fiction’ın: Bela kötüdür, belaya bulaşmamaya çalışın.

İki buçuk saate yakın bir süre boyunca işlenen tek tema budur. İşin ilginç tarafı ise doğru düzgün bir konusu olmayan ve oldukça basit bir ana teması olan Pulp Fiction’ın bu kadar meşhur bir film, bir başyapıt olmasıdır aslında. Bu noktada meşhur olması ile bir başyapıt olmasını birbirinden ayırarak ilerlemekte fayda var.

Öncelikle meşhur olmasını sağlayan belli başlı karakteristik noktaları vardır filmimizin. İlk nokta, en başta da belirttiğim gibi afiş tasarımıdır. Filmin adından hareketle bir roman kapağı şeklinde tasarlanmış olan afişte esasen yan rolde olan ve kendisini kısa bir süreliğine izlediğimiz Uma Thurman –ki o dönemde henüz yıldızı parlamamış bir oyuncudur– poz vermektedir. Afişte kullanılan fotoğraf karesi filmin konusu ile ilgili her detayı içeren ve kareye bakan gözleri bir baştan bir başa üzerinde gezindiren bir kompozisyona sahiptir. Hal böyle olunca da zihinlere kazınmış olması çok normaldir.

İkinci nokta ise filmin giriş müziği olan Dick Dale & The Del Tones’un 1963 tarihli Misirlou’sudur. Filmin öyle bir yerinde çalmaya başlar ki Misirlou, aklımızdan söküp atmak imkânsız hale gelir ve sürekli beynimizin içinde bir yerler çalmaya devam eder. Hatta birçoğumuz filmdeki Twist dansı figürlerini -ki Pulp Fiction’ı meşhur yapan üçüncü ve son karakteristik nokta da budur- hiç ilgisi olmamasına rağmen Misirlou ile birlikte yapmayı tercih etmişizdir. Sonuç olarak filmi hiç izlememiş birisi bile bu üç noktadan haberdardır.

Gelelim başyapıt olması meselesine. Tahmin edilenin aksine filmi başyapıt mertebesine taşıyan ne oyunculuklar, ne sahne çekimleri, ne geçişler, ne de müziklerdir. Dedim ya, Pulp Fiction Tarantino’yu Tarantino yapan bir şaheserdir. Çağımızın Shakespeare’i olma iddiasında olan Tarantino bu düsturu filmlerinde sonuna kadar yansıtma çabasındadır. Şöyle ki sadece Pulp Fiction özelinde değil, genel olarak filmlerine baktığımızda senaryoları ve çekimleri bir tiyatro oyunu yazar gibi kurgulamaktadır Tarantino. Filmlerini bölüm bölüm ayırma ve başlayan bölümün başına o bölüme verdiği adı yazma refleksi tam da bu yüzdendir. Elbette bu Tarantino’ya has bir yöntem de değil, ancak bunu çok başarılı bir şekilde icra ettiği aşikâr.

Pulp Fiction’a dönecek olursak, film tam anlamıyla karakteristik bir Shakespeare oyunu şeklinde tasarlanmıştır. ‘Yanlışlıklar Komedyası’ şeklinde başlar ve ‘Yeter ki Sonu İyi Bitsin’ havasında sonlanır. Absürtlükler ve güzellikler iç içedir, ölenler ölmüştür ve artık hep ölü kalacaklardır. Yaşama sırası geride kalanlarındır. Tarantino ile ilgili ikinci bir nokta ise kafasında yarattığı dünya ve bu dünyadaki karakterlerin birbirleriyle olan akrabalıklarıdır. Bu durum Pulp Fiction için de geçerlidir. Bir örnek vermek gerekirse John Travolta’nın hayat verdiği Vincent karakteri ile Reservoir Dogs filmindeki Mr. Blonde kardeştirler. Tıpkı Shakespeare’in ilk defa 4.Henry oyununda karşımıza çıkan Falstaff isimli kurgusal karakterinin Windsor’un Şen Kadınları oyununda tekrar karşımıza çıkması gibi.

Bitirirken şunu söyleyelim: Pulp Fiction belirli bir hikâyesel çizgide ilerlemez, bir baştan bir sondan bir ortadan şeklinde ilerler. Hatta filmi düzgün zaman çizgisine oturtup izlemek bile mümkündür. Bu yönüyle de Tarantino’nun Macbeth’e öykündüğü ortadadır. Çağımızın Shakespeare’i olma düsturunu hakkıyla yerine getiren Tarantino’yu ayakta alkışlayalım.

Comments are closed.