Zaman makinamızın beşinci baskısında Rock ve Roll’un yeni çocuklarını selamlar selamlamaz brit pop’taki ilk işaretlere gidiyoruz. Arada nefeslenmek için uğradığımız duraklardan biri de modern folk olacak. Hazırsanız başlayalım.
Alix – Generationals
10 yıllık kariyeri boyunca jenerasyonunun moda indie sound’unu ihtiva etti Generationals. Bunun iyi mi, yoksa kötü mü olduğu nereden baktığınıza bağlı. Belki her iki seçeneğin arasında bağımsız bir yer vardır, bilemiyorum. Bildiğim tek şey Ted Joyner ve Grant Widmer ikilisinin çıkarttıkları son albümde elde olanla yetinmeyip gidebildikleri kadar gitmiş olmaları. ‘70’ler R&B ruhunu synthpop kullanımıyla farklı güzergahta tekrar canlandırmak onların en iyi yaptığı işlerden biri şüphesiz. Buna bir de elektronik süzgeçten geçirilmiş ön ve geri vokalleri ekleyin. İşte Alix karşınızda. Altı numaralı şarkı Charlemange tüm albümün birkaç dakikalık özeti gibi. Sadece 2000’ler indiepop’una iyi bir parantez açmıyor, aynı zamanda o parantezin içini de dolduruyor Charlemange. İlk sıradaki Black Lemon, ritmin ateşini harlayan Welcome to the Fire ve son perde Would You Want Me yeni dönem Generationals’ın kendi zirvesini gördüğü şarkılar. Yankısının büyük olmamasına bakmayın, 2014’ün iyi miraslarından Alix.
Colour It In – The Maccabees
Yıl 2007. Modern folk’u adımlayan açılış şarkısı Good Old Bill yanıltmasın. Amatör ruhtan –iyi ki– sıyrılamamış yeni yetme gençlere ait ayağı yere basan, güçlü mü güçlü bir alternatif rock albümü Colour It In. Bu mesajı da öyle sonlara filan gizlemiyor, daha yolu yarılamadan nerede olduğunuzu anlıyorsunuz yani. Başlı başına bir uzunçalar etkisindeki X Ray’den dış seslerin geri plandan duyulduğu akustik Toothpaste Kisses’a, gürültü merkezinde anlam arayan Happy Faces’ten her anıyla Londra indiesi’ne laf iliştiren Latchmere’a kadar dinlemeye değer, insanın kulağında güzellikler bırakan bir kayıt dönüyor baştan sona. The Maccabees için esas kırılma değildi bu, doğru. Zaten tek albümle üst lige çıkanlardan olmadı onlar. Direkt atmosferi aşmak yerine soğukkanlı ilerlediler ve tüm dünya tarafından keşfedilmek için üçüncü albüm Given to the Wild’a kadar beklediler. O yolu açan işte bu şarkılardı.
Magic Chairs – Efterklang
Danimarka çıkışlı folk rock topluluğu Efterlang, İskandinav müziğini Kıta Avrupası’na ve okyanus ötesine ulaştıran klas topluluklardan biri. İlk iki albümüyle bu yolcuğu başlatmış, Magic Chairs’te ise indie cenahının etkili plak şirketi 4AD ile birliklte çalışmışlardı. Magic Chairs, zengin enstrüman kullanımı kadar çok kanaldan duyulan vokalleriyle de dikkat çeken bir albüm. 2010 yılında yayımlandığında hem kendi ülkesinde zirveyi görmüş, hem de gruba uluslarası festivallerin ün sahnelerinde yer alma fırsatı vermişti. Burada daha çok birbirinden kopuk hikayeleri konsept bir yapıyla tek parçada anlatıyorlar. Emprovize anlarda ritim kaybolmuyor, aksine daha da belirginleşiyor. Bu yılın ilk günlerinde Salon IKSV’ye geldiklerinde ekipten Casper Clausen ile bir röportaj gerçekleştirmiştim. Ona müziklerindeki İskandinavya etkisini sorduğumda, “coğrafi konumlara çok kafa yormuyoruz. Aslına bakarsan tüm dünyayı hissetmeye çalışıyoruz.” yanıtını almıştım. Magic Chairs’i dinlerken Clausen’e hak vereceksiniz.
Some Friendly – The Charlatans
The Smiths’ten sonra. Oasis’ten önce. The Stone Roses’la aynı zamanda. Bana sorarsanız The Charlatans’ın konumu budur. Zamanla ulvi festival performanslarının ardından zorunluluk hissiyle pop rock’ın kıyılarına kadar gittiler. Brit kültürüne geri döndükleri de oldu, saykodelik havalara karıştıkları da. Ama bir Some Friendly dönemleri var ki, isterse milyonlarca ışık yılı ötede suyu bol gezegen bulsunlar, fark etmez. Yine onlara sirayet eder bu ilk şarkılar, yine onları bulur ve yine onlarda nefes almayı sürdürür. Hayır, öyle büyük laflar da etmez pek Some Friendly. Tüm parasını sizinle paylaşır. Elleri cebinde gezip kaldırım aralarına atılmış tek nefeslik izmarit arar. Geceleyin yaşar, gündüz uyur. Ama hayatın tadını da es geçmez. Özetle, ilk saniyeden final parçasına kadar ‘90’lar samimiyetini hatırlatıyor burada The Charlatans. Some Friendly, henüz dijitale yenilmemiş analog flu kayıt teknolojisinin son cephe zaferlerinden biri. Sonunda kaybedeceğini biliyor, ama yine de mutlu.
Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not – Arctic Monkeys
30 yıl geriden Rock ve Roll milenyum sonrasına bir mesaj iletecek olsa içerik aşağı yukarı bu kadar net olabilirdi sanırım. Tertemiz gitar riff’leri, keskin davul beat’leri, iki no’lu gitarın heyecanı, Led Zeppelin bass’ı… Hepsini tek tek hissediyoruz burada. Kulaktan kulağa yayılıp Amerikan rock anlayışına İngiltere’nin modern cevabı olarak ortaya çıkmalarında internetin rolü büyük, evet. Yine de salt birkaç single değildi söz konusu olan. Bu çocuklar çakı gibi müzik yaptılar, yetinmeyip ürettikleri müziği kimlik kabul ettiler. Öyle bir ilk albümdü ki bu, Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not sonrası kariyerlerinde zirve hiç el değiştirmedi, hep aynı kaldı. The Strokes’un ilk çıktığında karşılaştığı ilginin benzerine mazhar oldu Arctic Monkeys üyeleri. 2 dakikalık şarkılarda hem intro, hem de final geçişlerine yer açacak kadar usta işi bestelerle başardılar bunu. Fazlasına gerek yoktu zaten. Şu sıralar yeryüzünün herhangi bir şehrinde Arctic Monkeys stat dolusu insana konser veriyorsa eğer, filmin başrollerinden birinde de bu ilk şarkılar var.