Zaman Makinası köşemizin on altıncı baskısı yayında. Makinamızın bu yeni baskısında İstanbul merkezli post-punk topluluğu Reptilians From Andromeda’nın bass gitaristi Merve Ertuğrul kendisi için önemli olan beş albümü kaleme aldı.
All the Plans – Starsailor
Şimdi karşınızda post-britpop temsilcilerinden İngiliz grup Starsailor var. 2009’un Mart ayında piyasaya sürdükleri dördüncü stüdyo albümleri All the Plans için grubun solisti James Walsh bir röportajında ilk albümün havasına daha yakın olduğunu ve köklere dönmenin zamanı geldiğini düşündüğünü söylemiş. Ben de All the Plans’in ilk albümleri Love is Here ile benzerlikleri olduğunu söyleyebilirim. Her şey bir tarafa rüya gibi melodilerin üstüne Walsh’un kadife sesi de eklenince ortaya harika bir iş çıkmış. Post bir atmosfere sahip olan şarkılara, Walsh sesinin dokusunu iyi kullanarak tam havayı vermiş. Hiçbir şarkısını atlamadan, kendini tekrar tekrar dinleten bir albüm All the Plans. Albümden favori şarkılarım şunlar: Tell Me It’s Not Over, Neon Sky ve Listen Up.
Disintegration – The Cure
Söz konusu Cure olunca zaman duruyor sanki. Kendime engel olamıyorum. Şu an yazarken bile içim kıpır kıpır. Gözlerim, yüzüm kocaman oluyor! “Mutlu üzgünlerin“, karanlık ve atmosferik havanın iliklere kadar hissedilmesi kuvvetle muhtemel albümü Disintegration’dan bahsedeceğim. İngiliz grubun 1989 Mayıs çıkışlı, baharı kışa çevirmesi yüksek ihtimalli, sekizinci stüdyo albümü bu. Smith, burada parçaları ayırıp ayırıp, tekrar birleştiriyor. Yaptığı puzzle’ı defalarca bozup tekrar yapıyor. “Albümdeki şarkılar, haklarında yorum yapamayacağım kadar kişiseller.” diye de bir açıklaması var Robert Smith’in. Albümün Smith’in çok karanlık bir dönemine denk geldiğini de belirtmek isterim. Mesela Lullaby‘da zor bir sürecinden farklı şekilde bahsedebilmek için metafor yapıyor. Pictures of You şarkısında eşiyle fotoğraflarından bahsediyor, evi yanıyor Smith’in ve o arada fotoğraflar da zarar görüyor. Hatta Smith’in evi yanarken grubun bas gitaristi Simon Gallup’un o eve girdiği de söyleniyor. Disintegration’daki şarkı sözlerine zarar gelmemesi için hayatını tehlikeye atıyor Gallup. Bir diğer bahis şu: Eğer sözlerin olduğu kağıtlar yansaymış albüm tamamen enstrümantal kaydedilebilirmiş. Unutmadan, dillere pelesenk olmuş Lovesong da bu güzide albümün içinde. Romantik bir anektod daha: Lovesong, Robert Smith’in Mary Poole’a evlilik hediyesiymiş.
Hafif Müzik – Vega
Sevdiğim sayılı yerli grupların başını çekiyor Vega. 2005 yılında piyasaya sürdükleri dördüncü stüdyo albümleri Hafif Müzik beni kendine tam anlamıyla hapsetmiş bir albüm. Önümüz kış ve kendisine yine baştan sona, sondan başa sarılmalar yapacağım gibi görünüyor. Sanırım Vega sempatim Deniz Özbey Akyüz ve Tuğrul Akyüz’ün The Cure, Depeche Mode gibi gruplara olan sevgileriyle de ilintili. Haliyle soundlarında bu gruplardan etkilendiklerini yansıtan tınıları duymak kaçınılmaz oluyor. Albümün ismine aldanmamanızı öneririm, çünkü çoğu şarkıda sound tokat gibi suratınıza iniyor. Sözlerine ise diyecek yok! Ruha dokunan sözlerin melodiyle ahengi. Temposunu düşürdüğünü sandığınız anda efektler ve farklı hamlelerle sizi şöyle bir sarsan, şarkıların ya ortalarında ya da sonlarında enstrümanların yükselmesiyle insanı, “O da ne” diye şaşırtan nefis bir albüm. Bazen huzurlu ve pudra şekeri gibi, bazen yüksek, bazense karanlık melodilerle kendini tekrar tekrar dinletmeyi başarıyor. Bu güçlü atmosfere sahip albümün üzerinden on bir yıl geçti. Bu on bir yılda benim için hiçbir şey değişmedi. Her dinlediğimde aynı hislerin egemenliği altına giriyorum. 2005’ten bu yana başka bir albüm yapmamış olsalar da lokal sahnede Vega hala kalbimin birincisi!
Horehound – The Dead Weather
An itibariyle Dead Weather cephesindeyiz. Amerika çıkışlı ve karma üyelerden oluşan grubun buluştukları noktada çıkan sound, grup üyelerinin hiçte yabancı olmadığı bir sound. Queen of the Stone Age’li, The Raconteurs’lı ve The Kills’li elemanların, yine bir Raconteurs’lı ve artı bir White Stripes’lı Jack White’la buluşmasına The Dead Weather diyoruz. White bu grubun kurulmasıyla ilgili “mutlu kaza” tanımını yapmış. Bir konser turunda yakınlaşıp rüya takımı gibi olmuşlar. Gerçekten ortaya şahane bir kaza çıkmış! Gelelim grubun ilk stüdyo albümü Horehound’u yakın markaja almaya. Bu albüm Jack White’a ait olan Third Man Records’tan çıkma. Yani garage rock ruhu için biçilmiş kaftan diyebiliriz bu plak şirketi için. Albümün prodüktörlüğü yine White’a ait. Horehound bol vokal efektli, buram buram garage ve blues rock sounduna sahip. Dinlerken algımla oynayan bir grup Dead Weather. Alison Mosshart’ın çekici ve çarpıcı vokalleri dinleyenin kulaklarında süzülüyor adeta. Mosshart ile tanışmam Brian Molko’yla düeti sayesinde olmuştu. (merak edenler için bkz: Placebo – Meds) Aslında Mosshart’ın müzikal geçmişi daha eskilere dayanıyor. Punk kıyılarından, garage’lı & blues rock’lı sulara doğru ilerleyen bir geminin yolcusu kendisi. Neyse ki bir şey kaçırmamışım. Albümdeki şarkılarda konuşur gibi söylenen sözlerin alametini White ve Mosshart’ın Captain Beefheart‘a olan hayranlıklarına yoruyorum. Bunların yanı sıra, Horehound’da bir de Bob Dylan bestesi var. İsmi New Pony. Albümden favori şarkılarım: I Cut Like a Buffalo ve Treat Me Like Your Mother. Horehound’u dinleyin, dinletin!
Hot Fuss – The Killers
Las Vegas menşeli grup The Killers’ın ismi New Order’ın Crystal klibinde yer alan hayali bir grubun ismi aslında. Yani grubun ismi oradan gelme. New Order’ı çok seven biri olarak bu durum beni epey etkiledi ve Killers dinlemeye başlamamın en büyük sebebi de bunu öğrenmem oldu. Grubun ilk stüdyo albümü Hot Fuss’a gidiyoruz. 2004 Temmuz çıkışlı, new wave/postpunk etkileşimli alternatif rock soundlu, dünya çapında 7 milyondan fazla kopya satışlı ve listeleri alt üst etmiş şahane bir albüm bu. Aslında Hot Fuss o kadar fazla tarz barındırıyor ki bünyesinde nereye koyacağınızı tam kestiremeyebilirsiniz. Bu dolu soundun arkasındaki neden grup elemanlarının etkilendikleri isimlerle de alakalı. Mark Stoermer harika bir bas gitarist. Özellikle albümün açılış şarkısı Jenny Was A Friend of Mine’da bas partlarını dinlemekten kendimi alamıyorum. Amerikalı olmalarına rağmen, Brandon Flowers’ın Morrissey hayranı oluşu ve stilinin de onu andırıyor oluşu, artı vokal stilinin de yer yer Robert Smith’i anımsatması bir süre ortamlarda İngiliz sanılmalara neden olmuştu. Bunların hepsi bir yana, kesinlikle tüm etkileşimleriyle ortaya özgün bir sound ve albüm çıkarmışlar. Önemli olan da bu değil mi zaten? Mr.Brightside ve Somebody Told Me gibi geniş kitleler tarafından sevilen şarkıları da bu albümde yer alıyor.